20 Şubat 2009 Cuma

Sıradan bir adam... -2-


Sabah kilitleyip çıktığı kapının önündeydi yine.. Göz göze geldiler.. Kapı, “ gidecek başka yerin yok değil mi” diye alayla bakıyordu.. Hiçbir şey söylemedi. İçeri girdi. Ayakkabılarını kapının arkasına itinayla yerleştirdi.. Ev sessiz. Ev soğuk.. Ev, dört duvar..Yine kavramlar akın etmeye başlıyordu zihnine.. Ev , konut, yuva… Odaya girdi.. Gün boyu hiçbir şey yapmadığı halde nasıl da yorgundu.."Yalnızlık insanı yorar”.. Sabahtan beri zihninden uzaklaştırmayı başaramadığı cümle, beyninin içine zehirli köklerini salmaya başlıyordu.. Korktuğunu hissetti.. Montunu kanepenin üzerine fırlattı, “hoşbulduk”larını da ..

Yığıldı divanın üzerine. Başını,ellerinin arasında sıkıca tuttu.. Aslında başını değil, başında cisimleştirdiği başka bir şeyi tutmaya çalışıyordu.. Kaçıp gitmesinden, kaybetmekten korktuğu başka bir şeyi.. İçinden “yalnız değilim, bir sürü arkadaşım var, yalnız değilim ben” diye tekrarlayıp dururken, koltuğun üzerine fırlattığı “hoş bulduk”lar korkunç bir gürültüyle yere düştüler.. Ardından evin dört yanına savrulup atılmış diğer sıradan cümleler sağanak gibi yağmaya başladı .."İyiyim sağ ol” düştü “nasılsın”ın yanına, “ne yemek var”, “ çay içer misin”in üzerine.. “ Canım çok sıkkın”, “çok yoğun bir gündü”, “akşam sinemaya gidelim mi”, “hadi bir bira kap gel”, “günaydın”, “biraz yürümeye ne dersin”, “başım ağrıyor”, “uykum kaçtı yine”, “yeni bir CD aldım, dinleyelim mi”, “dışarıda fena kar yağıyor”, “iyi geceler”… Hepsi düştü.. Oda, sıradan cümlelerden bir sele tutuldu.. Bu cümleleri nasılda hafife alırdı oysa.. “Tutunamayanlar” ı okuduğu sırada ,sırf daha entelektüel görünebilmek adına oynadığı oyunu düşündü. İş yerinde kendisine günaydın diyenlere “ Sana da günaydın” yazan kağıdı kaldırıp göstermek… Tabii, bunun peşinden, yaptığı şeyi izah için Oğuz Atay’dan bahsetmek… Saatlerce ne “boş mevzulardan” vaaz verdiğini hatırladı.. Erkek arkadaşları, nasıl da sinir olurdu bu duruma.. Kimse yanındaki kızın ,başka bir erkeği ağzı bir karış açık, hayran hayran izlemesine tahammül edemezdi ki.. Ya kızlar..Sadece diğerlerinden daha kuvvetli bir hafızaya sahip olduğu için, yazılı cümleleri zihninde tutabilen bu sıradan adamı, Tanrı yerine koyarlardı.. O'nunla sohbet edebilmek, tescil edilmek gibiydi.. O'nun sohbeti ile onurlandırılmak.. Başta itiraz ettiği bu Tanrıcılık oyunu, hoşuna gitmişti zamanla.. Neden gitmesin ki.. O da bir insandı.. Alabildiğine zaaflarıyla gerçek bir insan.. Ve bir gün Tanrılıktan istifa etti.. Tanrılıktan ve bir sürü şeyden.

“Gidicem” buralardan dedi arkadaşlarına.. Bir tek o biliyordu ki; bu gitmek arzusu o “ferrarisini satan bilge”ninki gibi değildi.. Bu, öyle bahçesinde organik domates yetiştirme hayaliyle yada ruhsal detoks niyetiyle bir gidiş değildi.. “ Abi , ne kadar güzel yaa” diyordu herkes.. "Güzelse niye siz de yapmıyorsunuz" bile demiyordu.. Bu, güzel filan değildi çünkü.. Bu bir kaçıştı.. Bu mağlup bir kumandanın savaş meydanından kaçmasıydı sadece.. Yenilmişti.. Bu karmaşa, bu delilikler, bu küçük ayak oyunları, bu pazarlıklar, hesaba dahil olma hayretleri, maskeler, maskeli balolar, yapış yapış, vıcık vıcık ilişkicikler, ilişki bile sayılmayan küçük ilişmeler onu yenmişti..

“Cemiyet, ah cemiyet, yok edilen ruhiyle;
Ve cemiyet, cemiyet, yok eden güruhiyle...”

Şimdi zamanı değil üstad” dedi, kendi kendine.. “Şimdi değil, beynim bir küçük cümleyle bu kadar boğuşurken değil, yapma sakın..

Geldiğinden beri açmadığı Laptopuna baktı.. “Arkadaşları”, O’nu nasıl merak etmişlerdi kim bilir.. “Ya etmemişlerse” diye geçirdi içinden.. Şimdi maillerini açsa ve mailboxının bom boş olduğunu görseydi.. Ama yüzleşmeliydi.. Lanet olsun ki, hala garip bir ilgi beklentisi vardı içinde.. Gösterilen ilgilerin sahte olduğundan adı gibi emin olsa da, razıydı.. Bu danışıklı dövüşe razıydı , ne yazık ki..

Korkusuyla yüzleşmeye hazılrlanan her insan gibi, titreyerek açtı maillerini.. Tam 428 tane okunmamış postası vardı.. 143 günde 428 posta.. Yaklaşık gün başına 4 tane.. Hiç fena değildi. Birden aklına, eski raporlama günlerinden kalan saçma bir fikir geldi.. Tek tek gün bazında mail yollayanları listeleyip, basit bir tablo hazırladı.. Yazma sıklıklarına baktı.. Garipti.. En çabuk vazgeçenler, en yakınındakilerdi.. Tabloda garip olan başka bir şey daha vardı.. Murat diye bir çocuk.. Hatırlamaya çalıştı.. Şu birahanede tanışıp, bir iki kez sohbet ettikleri çocuk.. Aralıksız her gün mail yollamıştı.. İyi de, bu kadar “dost” arasında Murat, tavşanın suyunun suyu bile değildi.. “Bakalım derdi neymiş ” diyip maillerini açtı sırayla.. Bir şok daha.. Sadece hatırını soruyordu.. “Hocam , iyi misin? “ diyordu.. “Bir sorun yok değil mi, sesin çıkmıyor” diyordu.. Murat, her gün tek cümle sitem etmeden, sadece O’ndan bir haber alamadığı için endişe ettiğini anlatmaya çalışıyordu..

Laptoptun başından doğruldu, bir sigara yaktı.. Neydi bu şimdi? Yani, kimsenin ,bir hesabı olmadan kendisine yaklaşmadığından emin olduğu bir anda bu Murat da kim oluyordu ki O’na hükümlerini sorgulatıyordu.. Olabilir miydi? Hesapsızca , hiçbir şey beklemeksizin karşısındakine bir şey verebilir miydi insan?.. O'nun dost olup olmadığını bile sorgulamadan, bunu yapabilir miydi? Yada, ne kadar sürdürebilirdi bu tek taraflı dostluk verme eylemini? “ Bakalım ,sen ne zaman gideceksin Murat” dedi kendi kendine..İçinden keşke hiç gitmese diye geçirecekti ki, bunun zaaf olduğunu düşünüp durdu..

Kalktı montunu giydi. Arkasından “ gece vakti nereye gidiyorsun” diye seslenen kimse olmadı.. O da “ iki bira alıp geliyorum, sen de bir şey ister misin” demedi...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder