28 Şubat 2009 Cumartesi

Evlendik.. Mutluyuz...


Sevgili Okur, nasılsın ? İyi misin?İyi olmanı dilerim.. Sen de, bu sefil blog yazarından soracak olursan tahmin ettiğin üzere hiç iyi değilim. Lakin, elimin altında her daim hazır bulunan “güçlü kadın maskemi” takmış bulunmaktayım.. Birileri ,hep güçlü olmalı, değil mi? Şimdi yapmam gereken zihnimi kendimden biraz çekip almak..Deneyeceğim.

----------------

Dün, hâlâ dostlarının derdi ile dertlenebilen ender insanlardan biri ile sohbet ettik. O sohbetten sonra, bu yazıyı yazmak zaruret oldu nedense? Sanırım ben “durumdan vazife çıkaran” bir neslin çocuğuyum.. Her neyse.. Uzatmadan konuya girelim.. (Daha ne kadar uzatabilirdin deme sakın.. İnan gevezeliğimin sınırlarını tahmin bile edemezsin.)

Her şey, bir kadın ve erkeğin müşterek bir hayatı paylaşmak istemesi gibi saf bir niyetle başlar. Bazı durumlarda, kızın, erkek tarafından müstakbel görümce, elti, kayınvalide vb. kadınlarla flört etmesi ile de olayın başlangıcına sebebiyet verebilir. Yani şu hâlâ bekasını sürdüren “ görücü usulü” hadisesi..

Erkek için evlilik, çoğu zaman hayatını düzene koyma ihtiyacından kaynaklanırken, kadında olay daha karmaşık sebeplere dayanabilir.. Anne olma arzusu yada yaşıtların bir bir evlenmesiyle “ev de mi kalıyorum” (her ne demek se?) korkusu bilinç altında evlilik kararı alınmasının en yoğun sebeplerini oluştursa da dışarıya verilen mesaj standarttır : Birbirini seven iki insanın evlenmek istemesinden daha doğal ne olabilir ki..

İsteme, söz, nişan, nikah ve hatta düğün, üstüne kaymaklı ekmek kadayıfından bir balayı tatili derken , gerçek hayata dönüş süreci başlar.

Evliliğin ilk zamanları - ki bu dönemin ay bazında karşılığı tarafların kabiliyetleriyle doğru orantılı olarak değişir- balayı olarak adlandırılır. İlk günlerde birbirine her anlamda doyum sürecine varmamış iki insan, sevgi konusunda müsrif denecek kadar cömerttir. "Aşkım, canım, cicim,bitanem, hayatım” gibi klasik hitapların yanı sıra, tamamen hayal gücünüzle sınırlı “kurabiyem, minik kedim, aşk tomurcuğum, sebebi hayatım” gibi abartılı , vıcık , samimiyetinden şüphe edilir hitaplara da rastlarsınız.. Halkımın 40 gün bal yiyen , baldan bıkar sözünü doğrularcasına bir süre sonra taraflar birbirine isimleri ile hitap etmeye başlar ki normali de budur..

Bu iki aşk böcüğü, bir süre sonra biricik aşkının da diğerleri gibi geğirmek, gaz çıkarmak, ayak parmak arasını kaşımak, ter kokmak gibi insani şeyler yaptığına hayretler içersinde şahit olur..

Evlenene kadar, birbirlerinin cemiyete karşı duruş ve tavrından büyülenmiş olan iki insan evlilikle beraber, birbirine play doh oyun hamuru muamelesi yapmaya, Ona arzuladığı şekli vermeye çalışmaya başlar.. Artık, bireysel müsabakalara her ikisini de tahammülü yoktur.. Bir takım olunmuştur.. Ve ancak takım olarak cemiyet meydanlarında boy gösterilmelidir.. Bu andan itibaren, her ikisi de “tahammül etmek” zorunda kaldıkları bir sürü maskeli baloya katılacaktır.. Kızımızın liseden arkadaşının düğünü, oğlumuzun halasın torununun sünneti gibi aslında sadece birini ilgilendiren toplantılarda “mutlu aile” fotoğrafı vermek sanıldığı kadar mutluluk verici değildir. Hayal edelim şimdi..

Bir bayram sabahı….
-Hayatım hadi hazırlan, önce annemlere , oradan teyzemlere geçeriz..
- Yaa.. Hiç canım istemiyor.. Sen tek gitsen..
-Olur mu yaaa.. Ne o öyle, dul kadınlar gibi…
(bu “dul kadın gib”i benzetmesinden nerde kullanılırsa kullanılsın tiksinirim)

Halbuki konuşma metni ,daha insani, daha saygılı olabilirdi..
-Hayatım.. Annemlere bayramlaşmaya gideceğim.. Sen de geleceksen, hazırlan..
-Ya.. Hiç canım istemiyor şuan.. Ben sonra gitsem.. Selamımı söylesen..
-Tamam .. Eve gelirken almamı istediğin bir şey olursa haber verirsin.. Çıktım ben..

Çok mu zor?

Değiştirip, dönüştürmeye harcanan enerjinin onda birini, anlamak ve saygı duymak için harcamak, çok mu zor?

Zaman ilerler.. Gariptir ki, yaradılışı itibariyle olsa gerek, erkek tarafı eski “özgür” günlerini özlemeye daha çabuk başlar.. Kızımız evde, tırnaklarını yiyerek, bilumum eşe dosta bu ilgisizlikten dert yanmaktadır ki, aile kurumumuzun kurtarıcısı “çok bilen teyzeler” imdada yetişir.. “Hele sen, bi çocuk yap, bak gör nasıl eve bağlanacak”.. Bağlamak.. Yahu bir kere, bağlamak söz konusu ise ortada kaçmayı düşünen, orda olmak istemeyen biri vardır.. Bağlamak, bağlamaya çalışmak bir zaman kaybıdır.. Ve bunun için, dünyanın en muhteşem varlığını bir bebeği kullanmak.. Ne kadar iğrenç.. Düşünüyorum da, kaçımız acaba annemizin babamızı eve bağlamak için doğurduğu çocuklarız..

Eveett, çocuğumuz da oldu.. Harika bir çekirdek aile olduk değil mi? Elbette.. Ah bir de şu ekonomik sıkıntılar olmasa.. İşte bu konu benim, erkek olmadığım için Allaha şükrettiğim şeylerden biridir.. Karşımda durmuş “ben babamın evindeyken..” yada “erkek değil misin tabii ki halledeceksin..” diye başlayan bir cümle kuran kadına neler yapabileceğimi buraya yazamam sevgili okur inan bana.. Kadındaki iğrençliğin zirvesidir bu..En azından bana göre öyle..

Gel zaman git zaman, bizim o batmaz sandığımız Titanik misali evliliğimizin gövdesinde çatlaklar oluşur..Başta görmezden geliriz..Ta ki ayaklarımız ıslanana kadar.. Sonra herkes kendi köşesine çekilip kendi duvarlarını örmeye başlar.. Aynı evin içinde , müstakil hayatlar oluşur sinsice.. Kimse kapısını diğerine açmaz.. Ara sıra, yemek masası, yatak odası gibi ortak kullanım alanlarında rastlaşılır, sonra herkes.. Herkes, kendi hayatını yaşar gider..

Bazen, en korkulan şey olur.. Taraflardan birinin karşısına eski ışıltılı günleri hatırlatan bir çift göz çıkar.. Artık, ev ortağının gözüne baka baka başkasını özleme mevsimine girilmiştir.. Cesareti olan, o noktada mevcut gemiyi terk etmek ister.. Tabii aile büyükleri izin verirse.. Yada bazen, adına vefa, ekonomik özgürlük, korku yada ne derler dini dediğimiz şeyler önümüze çıkar.. Gidilemez..

Gidilemez de.. Kalınır mı orası tartışılır.. Kalan kimdir? Kalınan yer nedir kalan için? Yanında kalınanı nasıl görür? Bunlar, çok uzun uzun konuşulması gereken şeyler..

Neyse sevgili okur, bitirmeden söylemem gerekir ki; bu ilmi bir çalışma değildir.. Seçilmiş yüzlerce örnek aile üzerinde yaptığım bir araştırma da değildir.. Bunlar, etrafıma bakınca , içim acıyarak gördüğüm “mutlu aile tabloları”ndan sızan kanın, sadece birkaç damlasıdır..

Yazar, yani ben oluyorum, burada herhangi bir mesaj vermek niyetinde değildir.. Zira, ne söylenirse söylensin, herkes biricik Amerikasını kendisi keşfetmek isteyecektir.. Dileğim o ki; her şey, herkesin gönlünce olsun..

Gitmeden önce küçük bir hikaye : Devrin mimarları, Mimar Sinan’a yaptığı camilerdeki muazzam akustiğin sırrını ve hesaplamasını sorar.. Sinan’ın cevabı müthiştir :Akustik, öyle bir şeydir ki , siz bütün hesapları yaparsınız.. Ama ya tutar ya tutmaz..

Evet, sevgili okur , evlilik, akustiktir.. Ve Nesreddin hoca fıkrası misali “ya tutarsa” denecek kadar basit bir hadise değildir.

27 Şubat 2009 Cuma

An...


Karanlığın koynuna düşmüş bir ormandayım.. Koşuyorum.. Kaçıyor muyum yoksa? Öyleyse kimden ve neden? Bilmiyorum.. Nefes nefese, arkamı gözleyerek kaçıyorum..Gözlerimde yavrusunu yangın yerinde yitirmiş bir anne endişesi..Bir ses.. Gri – siyah bir dumanın arasından, ruhuma saplanan “o ses”:

Ram ol bana, ruhun yeni bir âleme girsin...
Yazmış kaderin: Aşkıma ömrünce esirsin!
Aklınla, şuurunla, hayalinle bilirsin.
Mutlak seveceksin beni, bundan kaçamazsın...

Üniversite yıllarımdan ezberimde kalan ve duyduğum anda içimi ürperten dizeler.. Şairin, buyurganlığına vurulmuştum.. Bu nasıl bir edilgin kılıştı, nasıl bir meydan okuyuş.. Muhatabını yerle bir eden bir son vuruş..

Fıtrat , kul olmak üzereyse…. Ve mutlak bir şey bulacaksa kul olmak için…Böyle gelmeliydi aşk dediğin.. Böyle gelmeli ve tutup saçlarından alıp götürmeliydi…

Nasıl çağırmış bu ruh bilinmez.. Nasıl bir özlemle.. Hangi dilden, hangi cümlelerle..

Geldin…

Hesaba katılmamış bir gelişti gelişin.. Milyonda bir ihtimalle ..

Ve “ o ses” ve bu dizeler..

Mıhlanıp kaldım olduğum yerde.. Zaman durdu.. Mekan boşluk.. Ben, yokla var arasında gidip gelen bir zerre.. Ayaklarım kanamış.. Kan kurumuş yine parmak aralarımda.. Durdum..

Çağırsın diye beklediğim ses sustu.. Yapraklarda yankısı kaldı eski ezberlerin.. Orman, çıkamadı koynundan karanlığın..

Göz kamaştıran bir aydınlık ve bir uçurum..

Ve ben, uçurumun kenarındayım, nefes nefese..

Kanatlarım vardı oysa.. Uçabilirdim.. Kulenin zirvesine kadar yeterdi nefesim…Ses, sustu..

Şimdi..

Tanıdık bir kan tadı dilimde..

Ve ben, uçurumun kenarındayım, nefes nefese..

Kanatlarımı yakıyorum..

Ses, sustu..

Ben bir kez daha

d
ü
ş
ü
y
o
r
u
m
.
.
.
.
.



25 Şubat 2009 Çarşamba

Sitare...


Sağ tarafı ayaza kesmiş yatağın, sol yanına sığınmıştı yine. Yüzünü üşüten boşluğun nefesine arkasını döndü uykuyla uyanıklık arası.. Bir alev yaladı sanki üşüyen yüzünü, bir çift kızıl göz ve hırıltılı bir soluyuşu andıran iğrenç ses : “Günaydın Sitare

Günaydın” dedi gayrı iradi. Yüzünü yalayan sıcaklık bütün vücuduna yayıldı. “Üşümüşsün” diyerek , sarıldı alev kollar.. Gözlerini kapatıp kendini O’na bıraktı.. Alev parmaklar saçlarında gezindi, dudaklarından boynuna doğru aktı.. Fısıldadı kulağına günahı.. “Seni istiyorum Sitare” dedi, “seni istiyorum ”. Korkup, soğuk ucuna kaçtı yatağın… “Korkma Sitare.. Korkma benden” dedi , tutup kendine doğru çekerken O’nu..

-Kaç gece oldu ?

-Üç..

-Canın yanıyor değil mi?

-Çok..

-Benim ol Sitare.. Benim ol.. İzin ver, acılarını dindireyim.

-…

-İzin ver Sitare..

-….

Yanaklarından süzülen iki damlayla sustu kadın.. Sustu Sitare.. Yaşları kuruttu önce alev nefes.. Cerahatli çıbana kesik atan bir neşter gibi, geçirdi pençe tırnaklarını kadının buz kesmiş tenine.. Kanla karışık irin akıverdi, siyah saten çarşafın üzerine.. Ruhundaki zonklamalar kesildi bir an.. Dudaklarından emdi nefesini.. Nefesini kendi alevine kattı..Alev görülmemiş bir kızıllıkla şahlandı.. Bir alev topunun içinde nefessiz kaldı kadın..

Bir kapı sesiyle yarıldı alev topu.. “Geldi” dedi kızıl gözlere bakıp..

-Ahh, Sitare.. Neden anlamıyorsun,kimsenin seni benim kadar istemediğini? Gelmeyecek..

-Geldi…

-Yanına gelmeyecek Sitare..

-Neden yapıyorsun bunu?

-Seni istiyorum.. Her şeyini.. Sitare.. Senden vazgeçmeyeceğim...

Alevin kollarında bekledi kadın.. Gelmedi.. Bir kez daha gelmedi.. Dakikalar geçti..Gelmedi..


Sürünürcesine kalktı yataktan.. Sıcak suyun altına öylece bıraktı bitkin cesedini.. Küvetin deliğinden daireler çizerek akıp gidişini izledi iyi niyetlerinin... Saçlarından damlayan sulara aldırmadan yürüdü aynanın önünde.. Sordu aynaya “çok mu çirkinim” diye.. Alev fısıldadı kulağına güzel olduğunu..Gülümsedi..

Evet de bana, Sitare” diye yalvardı ses.. “Yapamam” dedi , küçücük elleriyle yüzünü kapayıp.."Çok üzgünüm” dedi ses, “bana başka çare bırakmadın..”

Bir patlamayla çöktü tavan , odanın ortasına.. Bir deprem başladı.. Titredi kadın korkuyla..Sabahtan beri yalvaran , munis ses zalim bir buyurganlığa büründü :

-Aç gözlerini.. Aç ve bak kendine…

Ellerini çekti yüzünden Sitare.. Gördüğü şey … Dehşet sahnesinden kaçmış bir yaratık değilse neydi?

-İyi bak.. Tanıdın mı bu zavallıyı?

Titrek bir “ben”, çıkıverdi dudaklarından.. Yıllardır yaşadığı her anın ,bedeninde bıraktığı izleri gördü aynada.. Bedeni.. Yaşadığı ve unutmak için “lehte nerde” diye bağırdığı her şeyi.. Ağlamaktan kapanmış göz kapakları, yüzünün henüz kabuk bağlamamış yaraları, saçlarındaki hoyrat parmak izleri, sırtında aynı yerden saplanmış onlarca bıçak izi…

Ve bir patlama daha.. Yıkıldı duvarlar.. Ruhu ayrılıp bedeninden durdu önünde.. Kıvranışını izledi.. Acı, nefret, öfke, cinnet .. Lime lime edilmiş haline baktı..

Böylesi bir acı yoktu.. Bedeninde ve ruhunda, patlayıp sönmüş volkanların hepsi ve aynı anda patlıyorlardı yeniden.. Yığılıp kaldı yere..

Yeter” diyebilidi.. “Yeter.. Seninim”.

Aynadaki suret eski haline döndü birden.. Patlamalar kesildi…Sessizlik.. Siyah gözlerinin etrafında kızıl bir hare belirdi..

-Sen de benimle gelecek misin?

-Orda seni bekliyor olacağım merak etme..

……

Giyindi ve çıktı evden.. Korkusuz.. Endişesiz.. Ne hissettiğini sorguladı yol boyu.. “Hiç”. Koca bir hiç’ti hissettiği..

Bilmediği bir evin köhne kapısında durdu.. “Ya gelmemişse” diye geçirdi içinden.. Tek başına üstesinden gelemezdi biliyordu.. Kapı açıldı.. Ordaydı.. Kapıyı açanın tam arkasında , kızıl gözleriyle O’na bakıyordu.. “ Hoş geldin Sitarem” dedi sadece Onun duyabildiği sesiyle..

Gerçekte nasıl olduğunu bilmediği som altından bir odaya girildi..Başucunda yakuttan bir ırmak çağlıyordu..Tatlı bir hanımeli kokusu sarmıştı odayı.. Gördüğü en beyaz yatağa uzandı sessizce.. “Gözlerini gözlerimden ayırma sakın Sitarem” dedi Şey.. “Sakın gözlerini gözlerimden ayırma.. Bir an bile.. Korkarsın yoksa Sitarem.. Sakın.. Gözlerime sarıl ve hiçbir şey konuşma”.

Kızıl gözlere bıraktı ruhunu Sitare.. Duymadı hiçbir şey ve hissetmedi hiçbir dokunuş uzunca bir süre.. Birden, küçük bir gaflet.. Bir küçük kendine geliş.. Gözleri ,kızıl gözlerin elini bırakıverdi.. Yüzüne damlayan bir ter damlası, kezzap olup paramparça etti yüzünü..

Ahh diye bağırdı acıyla.. “Gözlerini gözlerimden ayırma dedim Sitare. Hadi yakala gözlerimi” diye seslendi Şey.. Tuttu Sitare kızıl gözlerin ellerinden ağlayarak..

.....

Arkasına dönüp bakmadı evden çıkarken..Eşikte alevin dudaklarını hissetti dudaklarında.. Tek başına kalmalıydı biraz..Yalnız başına bindi vapura.. Yüzünü rüzgara bıraktı.. Bir küçük kız çocuğu çekti eteğinden,yavaşça .Eğilip baktı.. “Zeynep” dedi yalvarırcasına..Utanmak ne kadar da hafif kalıyordu ifade-i hal için..

Zeynep “öl” diye emreden gözlerle gözlerine baktı…

Sadece baktı..

24 Şubat 2009 Salı

...


"Aşkın Amentüsü"ydün..
Sana inandım...

23 Şubat 2009 Pazartesi

Feci Kırmızı bir damla -2-


Ama kırmızı damla durmuyordu.. Gittikçe huysuzlanıyordu kadının avucunda.. Kadın avucundaki, dev dalgalara direnmeye çalışıyordu.. Ve deniz yine alabildiğine siyah bir aydınlıkta, tövbe kadar karaydı..

Sonunda, gevşedi parmakları .. Feci kırmızı bir damla, kendini siyahın koynuna bıraktı..

Ve deniz artık....

…………………………………………………………………………………………….

Kırmızı damla , kendini çağıran (!) siyah denizin koynundaydı artık.. Sarhoştu... Deniz , içmişti onu oysa.… Ama deniz değil , feci kırmızı damla sarhoştu..

Sarhoştu..Yalpalayarak düşüyordu dibe... Olmak istediği oluyordu sanki.. . Kaybolmak.. Siyaha karışmak.. İmkânsız olduğunu bildiği halde, kırmızısından bir zerre olsun siyahta iz bırakmak… Düştü.. Gerçek oluyordu..

Ne kadar da siyahtı deniz.. Yine aynı dizeler doldurdu içini :

"Ben günah kadar beyazım, o tövbe kadar kara."

Siyahın sarhoş edici bakışlarından gözlerini kurtarabildiği an fark etti , siyaha hapsolmuş diğer damlaları.. Başka feci kırmızılar, zümrüt yeşilleri, umut mavileri ve siyaha benzeyen ama siyahtan bir o kadar farklı damlalar.. Siyaha koşan, onun kollarına atılan ve sonra…

Ve sonra siyah denizin dibinde kaybolan..

Ve sonra kaybolan diğer damlaların yanında sessizce yerini alan…

Başını kaldırıp baktı feci kırmızı damla deniz kıyısına..Kıyıda, bir safran sarı damla huzursuzlanıyordu , aynı siyah sulara atılmak için.. Dinledi , siyah suların sessizliğini .. Seslenmiyordu deniz.. Simsiyah sular çağırmıyordu sarı damlayı.. Safran sarı damla da “sanıyordu”. Tıpkı O'nun gibi...

Anladı.. Çağrı sandığı sesin, kıyıya vuran dalga sesleri olduğunu …

Anladı.. Siyahın içinde öylece kaybolduğunu..

Ve bu ,denizin suçu değildi.. Deniz sabitti..Deniz sonsuz.. Deniz tamdı, eksiksiz. Çağırmamıştı bile.. Evet çağırmamıştı… Kendinden öncekiler gibi ve kendinden sonrakiler gibi “sanmıştı” sadece..

Sessizce yerini aldı, siyaha karışamayan diğer damlaların yanında..

Feci kırmızı damla, siyah denizin içinde kayboldu…

Deniz mi?

Deniz, her zamanki gibi simsiyah ve sessiz öylece duruyordu…

..............................................................................................................................................................

Sana;
LâL , "Hâl" den başkasını yazamıyor sanırım.. Üzgünüm..

20 Şubat 2009 Cuma

Sıradan bir adam... -2-


Sabah kilitleyip çıktığı kapının önündeydi yine.. Göz göze geldiler.. Kapı, “ gidecek başka yerin yok değil mi” diye alayla bakıyordu.. Hiçbir şey söylemedi. İçeri girdi. Ayakkabılarını kapının arkasına itinayla yerleştirdi.. Ev sessiz. Ev soğuk.. Ev, dört duvar..Yine kavramlar akın etmeye başlıyordu zihnine.. Ev , konut, yuva… Odaya girdi.. Gün boyu hiçbir şey yapmadığı halde nasıl da yorgundu.."Yalnızlık insanı yorar”.. Sabahtan beri zihninden uzaklaştırmayı başaramadığı cümle, beyninin içine zehirli köklerini salmaya başlıyordu.. Korktuğunu hissetti.. Montunu kanepenin üzerine fırlattı, “hoşbulduk”larını da ..

Yığıldı divanın üzerine. Başını,ellerinin arasında sıkıca tuttu.. Aslında başını değil, başında cisimleştirdiği başka bir şeyi tutmaya çalışıyordu.. Kaçıp gitmesinden, kaybetmekten korktuğu başka bir şeyi.. İçinden “yalnız değilim, bir sürü arkadaşım var, yalnız değilim ben” diye tekrarlayıp dururken, koltuğun üzerine fırlattığı “hoş bulduk”lar korkunç bir gürültüyle yere düştüler.. Ardından evin dört yanına savrulup atılmış diğer sıradan cümleler sağanak gibi yağmaya başladı .."İyiyim sağ ol” düştü “nasılsın”ın yanına, “ne yemek var”, “ çay içer misin”in üzerine.. “ Canım çok sıkkın”, “çok yoğun bir gündü”, “akşam sinemaya gidelim mi”, “hadi bir bira kap gel”, “günaydın”, “biraz yürümeye ne dersin”, “başım ağrıyor”, “uykum kaçtı yine”, “yeni bir CD aldım, dinleyelim mi”, “dışarıda fena kar yağıyor”, “iyi geceler”… Hepsi düştü.. Oda, sıradan cümlelerden bir sele tutuldu.. Bu cümleleri nasılda hafife alırdı oysa.. “Tutunamayanlar” ı okuduğu sırada ,sırf daha entelektüel görünebilmek adına oynadığı oyunu düşündü. İş yerinde kendisine günaydın diyenlere “ Sana da günaydın” yazan kağıdı kaldırıp göstermek… Tabii, bunun peşinden, yaptığı şeyi izah için Oğuz Atay’dan bahsetmek… Saatlerce ne “boş mevzulardan” vaaz verdiğini hatırladı.. Erkek arkadaşları, nasıl da sinir olurdu bu duruma.. Kimse yanındaki kızın ,başka bir erkeği ağzı bir karış açık, hayran hayran izlemesine tahammül edemezdi ki.. Ya kızlar..Sadece diğerlerinden daha kuvvetli bir hafızaya sahip olduğu için, yazılı cümleleri zihninde tutabilen bu sıradan adamı, Tanrı yerine koyarlardı.. O'nunla sohbet edebilmek, tescil edilmek gibiydi.. O'nun sohbeti ile onurlandırılmak.. Başta itiraz ettiği bu Tanrıcılık oyunu, hoşuna gitmişti zamanla.. Neden gitmesin ki.. O da bir insandı.. Alabildiğine zaaflarıyla gerçek bir insan.. Ve bir gün Tanrılıktan istifa etti.. Tanrılıktan ve bir sürü şeyden.

“Gidicem” buralardan dedi arkadaşlarına.. Bir tek o biliyordu ki; bu gitmek arzusu o “ferrarisini satan bilge”ninki gibi değildi.. Bu, öyle bahçesinde organik domates yetiştirme hayaliyle yada ruhsal detoks niyetiyle bir gidiş değildi.. “ Abi , ne kadar güzel yaa” diyordu herkes.. "Güzelse niye siz de yapmıyorsunuz" bile demiyordu.. Bu, güzel filan değildi çünkü.. Bu bir kaçıştı.. Bu mağlup bir kumandanın savaş meydanından kaçmasıydı sadece.. Yenilmişti.. Bu karmaşa, bu delilikler, bu küçük ayak oyunları, bu pazarlıklar, hesaba dahil olma hayretleri, maskeler, maskeli balolar, yapış yapış, vıcık vıcık ilişkicikler, ilişki bile sayılmayan küçük ilişmeler onu yenmişti..

“Cemiyet, ah cemiyet, yok edilen ruhiyle;
Ve cemiyet, cemiyet, yok eden güruhiyle...”

Şimdi zamanı değil üstad” dedi, kendi kendine.. “Şimdi değil, beynim bir küçük cümleyle bu kadar boğuşurken değil, yapma sakın..

Geldiğinden beri açmadığı Laptopuna baktı.. “Arkadaşları”, O’nu nasıl merak etmişlerdi kim bilir.. “Ya etmemişlerse” diye geçirdi içinden.. Şimdi maillerini açsa ve mailboxının bom boş olduğunu görseydi.. Ama yüzleşmeliydi.. Lanet olsun ki, hala garip bir ilgi beklentisi vardı içinde.. Gösterilen ilgilerin sahte olduğundan adı gibi emin olsa da, razıydı.. Bu danışıklı dövüşe razıydı , ne yazık ki..

Korkusuyla yüzleşmeye hazılrlanan her insan gibi, titreyerek açtı maillerini.. Tam 428 tane okunmamış postası vardı.. 143 günde 428 posta.. Yaklaşık gün başına 4 tane.. Hiç fena değildi. Birden aklına, eski raporlama günlerinden kalan saçma bir fikir geldi.. Tek tek gün bazında mail yollayanları listeleyip, basit bir tablo hazırladı.. Yazma sıklıklarına baktı.. Garipti.. En çabuk vazgeçenler, en yakınındakilerdi.. Tabloda garip olan başka bir şey daha vardı.. Murat diye bir çocuk.. Hatırlamaya çalıştı.. Şu birahanede tanışıp, bir iki kez sohbet ettikleri çocuk.. Aralıksız her gün mail yollamıştı.. İyi de, bu kadar “dost” arasında Murat, tavşanın suyunun suyu bile değildi.. “Bakalım derdi neymiş ” diyip maillerini açtı sırayla.. Bir şok daha.. Sadece hatırını soruyordu.. “Hocam , iyi misin? “ diyordu.. “Bir sorun yok değil mi, sesin çıkmıyor” diyordu.. Murat, her gün tek cümle sitem etmeden, sadece O’ndan bir haber alamadığı için endişe ettiğini anlatmaya çalışıyordu..

Laptoptun başından doğruldu, bir sigara yaktı.. Neydi bu şimdi? Yani, kimsenin ,bir hesabı olmadan kendisine yaklaşmadığından emin olduğu bir anda bu Murat da kim oluyordu ki O’na hükümlerini sorgulatıyordu.. Olabilir miydi? Hesapsızca , hiçbir şey beklemeksizin karşısındakine bir şey verebilir miydi insan?.. O'nun dost olup olmadığını bile sorgulamadan, bunu yapabilir miydi? Yada, ne kadar sürdürebilirdi bu tek taraflı dostluk verme eylemini? “ Bakalım ,sen ne zaman gideceksin Murat” dedi kendi kendine..İçinden keşke hiç gitmese diye geçirecekti ki, bunun zaaf olduğunu düşünüp durdu..

Kalktı montunu giydi. Arkasından “ gece vakti nereye gidiyorsun” diye seslenen kimse olmadı.. O da “ iki bira alıp geliyorum, sen de bir şey ister misin” demedi...

18 Şubat 2009 Çarşamba

Sıradan bir adam..


Alışkın olduğu sabahlardan birine, yine alışkın olduğu bir mide bulantısıyla uyandı. Gecenin artıkları, safra olup dolmuştu ağzına. Yataktan fırlayıp banyoya koştu.. Ağzına dolan acı suyu tükürdü lavaboya. Sarı yeşil bir su akıp gitti lavabonun deliğinden. “Hayatın ,ruhumuzu bulandıran anılarını da böyle bir tükürükle atabilseydik keşke” diye geçirdi içinden. Kurduğu cümlenin “filozofça” olduğunu düşünüp, yaramaz çocuklar gibi gülümseyerek aynaya baktı..Dört gündür traş olmamıştı.. Sakallarının uzadığını fark etti ama umursamadı.. Nasıl olsa, sakalla gidemeyeceği bir yere gitmesi gerekmiyordu.. Traş işini bugün de erteleyebilirdi. Tıpkı hayatı ertelediği gibi..
Birkaç ay, önce ani bir kararla bu küçük şehre yerleşmiş, hayatı neredeyse askıya almıştı. Soranlara “kaydımı dondurdum”diyordu.. Kaydını dondurmak.. Bir süreliğine, hayatının dışına çıkıp, olup bitene bir yabancı gibi uzaktan bakmak..
Sebebini bilmediği bir “yarımlık” hissediyordu… Yatağı, yemeği, kahkahası, uykusu, öfkesi, gecesi, gündüzü, her şeyi yarımdı sanki.Ruhu eksik yerinden üşüyordu..
Sıcak su musluğunu çevirdi.. Elektriğin kesilmiş olduğunu o an fark etti.. “Kahretsin! Faturalar..” diye söylendi kendi kendine. Fatura yatırmak gibi bir alışkanlığı yoktu. “Önce”den verdiği otomatik ödeme talimatlarını iptal ettiğini hatırladı.. Yeni şeyler öğrenmesi gerekiyordu belki de.. Mesela, gidip fatura ödeme kuyruklarında beklemek.. Gülümsedi ..
Banyodan çıkıp, odaya yürüdü.. 40 m2 lik evin, banyosu ile odasının arası topu topu üç adımdı. Odanın ortasında, devrilmiş boş bira kutuları, yemiş kabukları ve açık unutulmuş bir kitap.. Kitabı aldı eline. Altı çizili cümleyi yüksek sesle okudu : “Yalnızlık insanı yorar..” Bu olabilir miydi sihirli cümle? Hissettiği “yarımlığın” izahı bu muydu yoksa? “Yalnızlık.”Kitabı yatağın üzerine fırlattı. Soğuk yatağın ayakucuna oturdu. Yalnızlık fikrini aklından kovalamak için, saçma sapan şeyler düşünmeye zorladı kendini. “Yatağın yerini değiştirmeli” dedi. Perdesiz pencerelerden, şafakla birlikte yüzünü tokatlamaya başlayan ışıktan kaçmalıydı. Ama oda o kadar küçüktü ki, divan sadece buraya sığabiliyordu. Gün ışığının verdiği huzursuzluğu, gece yıldızlarların romantizmiyle giderebileceğini düşündü..Bu kadar küçük şeyleri dert edindiği için kendine kızdı sonra da.

Yerde duvarın dibine dizilmiş yüzlerce kitaba baktı.. Bir çoğu defalarca okunmuş binlerce sayfa.. Belki de sorun buydu.. Belki de o sayfalardan birinin arasında sıkışıp kalmıştı.. Bu kadar çok şeyi bilmek, duymak ,görmek, insanların sandığının aksine hiç de özenilesi bir durum değildi.. Bilgi yüktü, sorumluluktu. Bilmek ve bildiklerinin gereğinin yerine getirememek, olması gerekenle olan arasındaki uçurumu gittikçe derinleşmesi can sıkıcıydı, yoruyordu..

Yorgunluk… “Yalnızlık insanı yorar”… Zihni, küçük bir manevrayla yine aynı noktaya dönmüştü.. Hep böyle olurdu zaten.. Uzaklaşmaya çalıştığı düşünceler istila ederdi beynini.. Küçük kurtçuklara dönüşüp , yiyip bitirirlerdi içini..
Hızla kalktı.. Üstünü değiştirmesi bile gerekmiyordu.. Artık kıyafetler, gündüz giyilenlerle gece giyilenler diye ayrılmıyordu.. Montunu giydi hızla.. Küçük kurtçukların elinden kurtulabilmek için tebdil-i mekândan faydalanmalıydı.
Daire kapısını açtı.. Aynı anda üst kattaki dairelerden birinin de kapısı açıldı.. Eşikte kısa bir konuşma:
-Allahaısmarladık canım.
-Güle güle..

Elinde anahtarla öylece kaldı.. “Allahaısmarladık” diye tekrarladı… Bu kelimeyi söyleyerek çıktığı en son kapının baba evi olduğunu düşündü.. Dudaklarını ısırdı..
Yıllardır söyleyemediği “allahaısmarladık”larını buruşturup, sıktı avucunda.. Yalnızlığını, yumruk yapıp cebine soktu kimse görmeden..

Sıradan şehrin, sıradan sokağında, elleri cebinde bir adam yanımızdan geçip gitti..

17 Şubat 2009 Salı

Melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz ..


"Bıktım senin bu melankolik hallerinden" dedi..
-Bıktım bu, bitmek tükenmek bilmeyen hüzünlü kadın pozlarından.. Bıktım, sürekli ağlayacakmış gibi bakan gözlerini seyretmekten.. Yaptığın sadece duygu sömürüsü..Sen, merhametleri yağmalayan bir pisliksin sadece..Seni görmek istemiyorum artık. Git!…
Kadın, yavaşça doğruldu yerinden.. Hiç bir şey söylemeden gitmeyi, gidebilmeyi denedi .. Yine beceremedi.. Dönüp baktı.. Aslında tam o anda çıkıp gitmeliydi..Zira çoktan sırt çevirmişti sözün sahibi. Ahh, insan ve onun bitmek bilmez anlaşılma gayreti.. Gidemedi…
Denemedim mi sanıyorsun” diye haykırdı.
-Denedim.. Sandığından daha fazla hem de. Sana uzaktan izlemesi bile ağır gelen bu hali yaşamayı kolay mı sanıyorsun sen? Ahmed Haşim’i bilir misin? “O belde”yi? Sanmam.
Denizlerden
Esen bu ince havâ saçlarınla eğlensin.
Bilsen
Melâl-i hasret ü gurbetle ufk-i şâma bakan
Bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne dilbersin!
Ne sen,
Ne ben,
Ne de hüsnünde toplanan bu mesâ,
Ne de âlâm-i fikre bir mersâ
Olan bu mâi deniz,
Melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz ..

Melâl.. Ne kadar büyüleyici bir kelime öyle değil mi? Ama bir sürü kelimeyle beraber onu da unutturdular size. Unutturdukları yalnızca kelimeler de olmadı.. O kelimenin ifade ettiği “hal”i de unutturdular.. Şimdi hüzün senin için ajitasyondan başka bir şey değil , biliyorum.. Sen, kafeteryaların tenha masalarında , sırf kızların dikkatini çekmek için yüzüne olmadık şekiller verirken, ben, hüzün maskemin altında ancak bu kadar gizleyebildim, senin o görmek istemiyorum dediğin çehreyi.. Kolay mı sanıyorsun bunu? Yaşadığın geceyi katlayıp yastığının altına gizlemek, uykusuzluğun izlerini küçük buz kompresleriyle silmek kadar kolay değil inan.. Bir yerden sızıyor işte..
Ben istemez miyim sanıyorsun ağız dolusu kahkahalar atmayı? Senin yüzün acıyor mu hiç uzun süre gülümseyince?.. Benimki acıyor ..Yüzüm alışkın değil, düşürüveriyor anlık gülüşleri bile..Hiç düşündün mü neden dönüp dolaşıp lisedeki günlüklerimi okuduğumu? Kollarımı açmış koşuyordum bir çocuk korkusuzluğuyla sarılmak için hayata.. Saçlarım, saçlarımla birlikte sevinçlerimde takılıp kaldı dallara.. Kıramadım o dalları.. O dallardan çekip alamadım saçlarımı.. Kaldılar.. Rüzgara karıştılar.. Kayboldular.. İnsan , bir tek soğukta üşümüyor biliyor musun? Üşüyorsun.. Kendine sarılıyorsun… Annene sığındığın hayalini kuruyorsun.. Sonra ,sarsıp kendine getiriyor bir el seni.. Bakıyorsun seni saran kollar ,kendi kolların.. O zaman daha çok üşüyorsun.. Zamanla sertleşiyor yüzündeki ifade.. Kaşların, uysal bakışlarına baş kaldırıp çatılıyor. Dudaklarını sım sıkı kapatıyorsun , olmadık bir söz çıkmasın diye dilinden. Bildiğin şarkıları unutuyorsun. Ağlamak kalıyor sana eski sevdalardan, Nihavent şarkılarda ağlıyorsun.. Hüzün, siyah bir duvak olup örtüyor yüzünü.. Kimse kaldırıp açamıyor artık.. Yüzgörümlüğünü kendin takıyorsun boynuna geceleri.. Kaldırıp o hüzün maskesini avazın çıktığı kadar susuyorsun... Küfürleri dişlediğin yorganın nevresimine tükürüyorsun..
Sen , hüzne bile tahammül edemezken altındakini görsen uykuların kaçardı inan bana..
Gidiyorum.. Merak etme.. Sen, “melâl” nedir bilmiyorsun ki, sana “hal”i anlatabileyim…



Ve bir kapı sesi..

Kadın, gitti..

16 Şubat 2009 Pazartesi

S.O.S....Blogum beni LâL etti...

Birgün bunun olacağını biliyordum sevgili okur.. Bir gün karşında böyle çaresiz ve zavallı görüneceğimi biliyordum.

Evet, artık saklamanın faydası yok . İtiraf ediyorum :Ben bir Teknoloji fakiriyim..

Yaklaşık 4-5 gündür iş yerimdeki bilgisayardan mıdır, internet bağlantısından mıdır, yoksa siteden midir bilinmez YORUM YAZAMIYORUM..

İlahi adalet midir nedir, LâL oldum diye diye yaptığım gevezeliklerime daha fazla katlanamadı sanırım ve " madem kendi isteğinle susmadın, ben seni susturmasını bilirim" dedi blogum..

Kendimi, sağır olmayan dilsizler gibi hissediyorum.. Hiç bir bloga yorum yazamıyorum.. Yazıyorum ,gönder diyorum, alçak beni tınlamıyor bile.. Yorumumula bakışıp duruyoruz.. Hani başka bloglarda sorun olur anlarım. Lakin, kendi çöplüğümde bile ötemiyorum..

Blogum sapıttı sanırım.. Bana daha fazla tahammül edemeyeceğini biliyordum aslında. Sayfa öğelerimi yerleştireyim yeni gadget neyin ekliyeyim diyorum.. Olmaaazzz diyor. Allta abuk bir " blogunuzdan para kazanın" yazısı.. İstemiyorum kardeşim yaa.. Parayla işim olmaz diyorum ama sallamıyor bile beni..

Fena halde gerildim, okur.
Haa bir de blog sayfamın altında "sayfada hata" diye yazmaz mı.. Ben delirmeyim de kim delirsin..
Şımarık blog sadece yazı yazmama izin veriyor..
Ocağına düştüm okur.. Ben ettim ,sen eyleme. Sana yaptığım işkencelerin intikamını alma benden.Var mıdır bunun bir çözümü?.. Yoksa.. Yoksa ölecek miyim?

Her şey ilk....


"Her şey bir anda olmuştu; ağzından kelimeler nasıl döküldü anlamadı bile adam… Kadın onu aldatmıştı… Biliyordu adam aldatıldığını yıllardır, ama söylemiyordu… Kadın, aldatmış olduğunu yüzüne bir tokat çarpan adama baktı… Yıllardır biliyordu adam onu aldattığını ama neden şimdi söylemişti…Adam kısık sesiyle sadece “neden ?” diye bildi ve kadın anlatmaya başladı…“Her şey ilk o gün başladı.. O gün.. Sen hatırlamazsın o günü. Bende hiç bir karşılığı yok demiştin hatırladın mı.Zaten senin kaçamaklarının sende hiç bir karşılığı olmazdı. Senin kaçamakların gidip gelip bende karşılık bulurdu çünkü. Beni parçalardı ,beni kanatırdı.Sen de karşılığı yoktu yazdığın aşk mesajlarının. Sende karşılığı yoktu kurduğun seni istiyorum cümlelerinin.Ama hepsinin bende bir kaşılığı vardı. Uykuma kabus düşürendi onlar.Umutlarımı çarmıha geren. İçimdeki on yıllık çınarı tütüp kökü ile birlikte ruhumdan sökendi onlar. Ve sen kızardın bana ,bunları neden ciddiye alıyorsun diye.Ve ben sana hep derdim dua et bunları hala ciddiye aldığıma bir gün ciddiye almazsam ne olur bir düşün diye.. Ahh be adam.. Neden? Neden diyorsun şimdi bana. Neden yaptın diyorsun demek.?
3 gece gelmemiştin eve. Öylece beklemiştim seni 3 uzun gün ve günlerden uzun geceler boyunca. Yoktun.Umurunda bile değildi endişelerim , çaresizliğim.3. gecenin sonunda sabah 7'ydi geldiğinde. "Nerdeydin" dedim? Vereceğin "sana ne" cevabına hazırdım. Şaşırtmadın o gün de beni.. Duş aldın hiç bir şey yokmuş gibi , sonra uzandın kanepeye uyudun alışık olduğum gürültülerinle. Nasıl kayıtsız, nasıl kaygısız.. Öfke şeytandandır bilirsin..Sen bunları benden daha iyi bilirsin.Senin olmadığın günlerde ben de kendime "ben de karşılığı olmayan" yeni bir eğlece bulmuştum üstelik. Senin umursamadığın bu kadın için deli olan erkekler var biliyor musun? Çağırdığım anda çağırdığım yerde olacak erkekleri saymamı ister misin?.. Senden daha iyileri bile var inan.Unuttuğum sözleri hatırlattılar bana. İstenmek, arzulanmak nasıl baş döndürücü biliyor musun?
Sen uyudun o gün.. Ben bilgisayarımın başında "bende karşılığı olmayan" eğlencemin başındayım.. Sesin geliyordu içerden, horluyordun.. Öfkem büyüyordu içimde, şeyten şah damarımda nefes alıyordu.. Ekranın karşısında bir adam yalvarıyordu, gel diye. Öyle kötü öyle yalnız ve öyle kanamalıyım ki kurtulmak istiyorum benden.. "Geliyorum" dedim ve gittim.. Detayları anlatıp canını daha çok yakmamı ister misin?.. Yok.. Yapmam.. Senin kadar zalim değilim henüz.. O gün.. O paramparça olduğum gün.. O masumiyetimi seytana sattığım gün, o ruhumun bir fahişeye dönüştüğü gün ,seni de masumiytimle birlikte içimden attım.. Rahattım artık.. Artık umurumda bile değildi kaçamakların, eve gelmeyişlerin.
Evet, insan kendinde karşılığı olmadan da sevişebiliyormuş. Hayvani bir haz bile alıyormuş üstelik. Hele bunu intikam için yapıyorsa aldığı haz daha da artıyormuş.. Ama.. Ama biliyor musun, ogün içimden atamadığım bir şey kalmış içimde . Ben adına "vicdan " diyorum onun.. Sen ne diyorsun ona? Sen böyle bir kelimenin anlamını biliyor musun sahi?.. O vicdan , peşimi hiç bırakmadı o günden sonra.." Sen"li kabuslar, "ben"li kabuslara dönüştü. Sen bile bu kadar canımı yakamadın inan.Ve şimdi dönüp düşünüyorum da buna değer miydin diye.. Değmezdin. Yani kendimi bölüp parçalamaya, bu ruh kanamasına değmezdin.Şimdi, senin ne düşündüğün ,beni affedip affetmeyeceğin umurumda bile değil inan.. Git ve beni benimle bırak. "

Adam sustu..

Kadın sustu..

Aşk çoktan susmuştu..

Vakit, ihaneti beş geçiyordu...



** Sevgili Erdem çok teşekkür ederim...

15 Şubat 2009 Pazar

Bekleyen...


Tek kişilik koltukta karnına topladığı ayaklarıyla küçücüktü.. Gözleri duvardaki saatin akrebine asılı kalmıştı..Saniye, bu gece herzamankinden daha zalimdi. Geçmesini istediği zamanın, ona mecbur olduğunu farkında, zulmediyordu kadına. Yelkovanın gözü saniyede, kadının gözü akrebin kıskacında öylece asılı kalmıştı..
Uyuşan bacaklarını rahatlatmak için kalktı, pencerenin kenarından perdeyi hafifçe araladı.Herkes, huzur içinde yada huzursuz uykulara gömülmüşken, pencerenin ardında yol gözleyen başka biri olup olmadığını düşündü.. Vardı muhakkak.. Sokağın en yanlızı o olamazdı, olmamalıydı..
Işığı açamazdı. Zira etraf, yanıp sönen ışıkların bile çetelesini tutan ,meraklı insancıklarla doluydu. İnsan, bir başkasının evinin mahremini neden merak ederdi ki? "Dün gece ışığınız yanıyordu, hayırdır?" sorusunun altındaki alaycı tebessümlerden yorulduğundan beri ,karanlıkta beklemeyi seçmişti..
"Ama, hiç bu kadar gecikmezdi" dedi kendi kendine.. Herşeyi göze alarak aramalı, hiç değilse iyi olduğunu duymalıydı.. Herşeyi göze alarak, evet. Zira masum bir "hayatım nerdesin" sorusu , sorulamaz sorular arasına uzun zaman önce katılmıştı.. Ama sormalıydı.. Elleri titreyerek telefonu çevirdi:"Aradığınız kişiye şu an ulaşıla....".. Neler oluyordu? Meraktan ölebilirdi.. "Kesin kötü birşey oldu diye geçirdi içinden..
Sinirlerini yatıştırması için ,bir sigara yaktı.. Sonra bir tane daha, bir tane daha, bir tane daha... Uç uca eklediği kaçıncı sigarada farketti boğazının yanmaya başladığını Allah bilir.. Saate baktı..03.46.. En son baktığından bu ana, sadece 25 dakika geçmişti..
Bacaklarında uğursuz seğirmeler başlamıştı işte.. Ve bu üşüme.. Isıya bağlı olmayan bu üşüme, titreme hali...Koltuğun minderini yüzüne bastırıp ağlamaya başladı.. Sesi çıkmasın diye.. Kendini boğar gibi minderi yüzüne bastırıp onlarca dakika ağladı.. Taa ki...

Anahtar sesi... Kapı açıldı.. Gelmişti.. Sapasağlamdı çok şükür.. Bi'tap gövdesiyle son bir hamle fırladı yerinden.."Nerdesin yaaa?" diye haykırdı.. "Meraktan öldüm, başına birşey geldi diye korktum, korktum çünkü seni seviyorum" cümlelerinin özeti bir küçük "Nerdesin yaaa?"
Adam, küçümser bakışlarıyla kadına baktı..

-Nerde miyim? Sana ne..
-Merak ettim..

-Bu merak etmiş bir kadın tavrı mı?
-......

"Merak etmiş kadın tavrı"..
Dondu kadın...Derin bir nefes aldı.. Bilmiyordu.."Merak etmiş kadın" tavrının ne olduğunu bilmiyordu.. Ağlayan gözlerle koşup "seni merak ettim" demek mi? Sitem edip ertesi gün surat asmak mı? Aslında bütün gece fosur fosur uyuyup, tam geldiği sırada kalkıp "bir dakka bile gözümü kırpmadım, meraktan" demek mi? Neydi?
Yine sustu kadın ..Kadın yine LaL oldu..

Adam üzerindekileri çıkartıp kanepeye fırlattı, tuvalete gitti.. Kadın, "kadınlık vazifeleri" gereklerini yerine getirmek için adamın elbiselerini toparlamaya başladı.. merak etmiş kadın tavrı" diye geçiriyordu aklından.. Neydi sahi?

Ceketin cebinde unutulmuş, kahpe bir kağıt düşüverdi kadının ayaklarının dibine.. Eğildi, aldı.. Bir bilet.. Beklenenin nerde olduğunu söyleyen bir muhbir.. Bilete baktı kadın.. İçinden bir parça kopuverdi o bakışta..

Adam tuvaletten çıktı.. Kadın, yatak odasına gidip O'nun için aldığı parfüm şişesi ile döndü geri.. Adamın ne yaptığını anlamaya çalışan bakışlarının altında, parfümü, göz yaşlarını akıttığı mindere boşalttı.. Çakmak.. Alevler..
"Delirdin mi" diye bağırdı adam..
Kadın, adamın gözlerine ilk defa gözlerinde adam olmadan baktı:
"Benimle alay edecekti, yok etmeliydim " dedi.
Ve odasına gidip yattı..

13 Şubat 2009 Cuma

Okurum-okursun-OKUR...


Gel bakalım sevgili okur.. Gel de otur şöyle yamacıma, iki lafın belini kıralım azıcık.. Biraz dert yanayım sana, şimdiye kadar yandıklarım yetmezmiş gibi.. Ama sen okursun işte, üzgünüm .. Ben yazacağım sen okuyacaksın..Yada, sana göre sağ üst köşedeki çarpıya basıp mekanı terk edeceksin..
Çok değil 2008 in Ekim ayıydı sanırım Blog’a yazmaya başladığımda..Vesile olana her şeye rağmen teşekkür borçluyum sanırım..
Yazıyorum.. Neden? Yazıyorum, çünkü konuşamadıklarım var.. Çünkü bazen içinizde bir dağ patlar ve siz bir şekilde o lavları püskürtmek zorunda kalırsınız.. Yazıyorum çünkü, konuştuğumda gözlerinizdeki umursamaz bakışı görünce inciniyorum. Bitse de gitsek der gibi huzursuz oturduğunuzu, Allah’ım yine başladı, biz seni çekmek zorunda mıyız diye içinizden geçirdiğinizi biliyorum. Anlatmak istiyorum bunların hiç birini umursamadan, anlatıyorum da.. Sonra kendimden tiksiniyorum.. Sefaletimden, yoksulluğumdan iğreniyorum.. Kızıyorum, küsüyorum size, hem de zerre kadar umursamadığınızı bile bile.. Dağa küsen tavşanım ben, dağın bi tarafına sallamadığı…
Yazarken öyle değil işte.. Bir tık kadar yakın, bir başka tık kadar uzağız birbirimize.. Tık.. Açıyorsun blogu, yine ne yazmış bakalım diye.. Bakıyorsun kara kasvet çukurunda yine hatun “off.. işim olmaz “diyorsun.. Tık.. Kapıyorsun pencereyi.. Ha haaa, bunu bilmiyorum ama ben.. Ben, saf salak sanıyorum ki; sen orda okurken benim halime bürünüyorsun.. Azıcık ,İlm’el yakin oluyoruz birbirimizin haline.. Bazen, onun bile kıyısına varamıyoruz.. Ama dedim ya , görmüyorum işte.. Yani sen, ben delirmek üzereyim derken burnunu karıştırsan karşımda kırılırım ama aynı şeyleri yazdığım yazıyı okurken bi tarafını kaşıyabilirsin . Bunu görmediğim sürece sorun yok.. Göz görmeyince gönül katlanıyor..
Neyse, konumuz bu değil hem.. Konumuz, şu blog ratingleri, okunma ve yorumlanma rekorları üzerine bişeyler.. İlk başladığım günlerde, blog alemindeki karizmasını henüz bilmediğim birinden, “blogumu nasıl okuturum”a dair tüyo alıyordum.. Şimdi dostlar, olay son derece basitmiş aslında , bunun için popüler birkaç blog buluyorsunuz ve onlara yorum yazıyorsunuz.. İnsanlar , doğası gereği yorumları da en az yazılar kadar dikkate alıyor ( kim ne demiş bakalım merakı), işte bu arada sizi fark ediyorlar.. Eğer o gün ,blogunda bomba gibi bir yazın varsa , şanslısın.. Çünkü ilk gün tavladın tavladın ,yoksa bir daha çok zor..
Hadise ondan sonra başlıyor..O noktadan sonra devamsızlık yapmadan ,bloglara girip arz-ı endam etmeniz gerekiyor..
Off çok yorucu, sıkıcı ve riyakarca değil mi? Ama öyle işte, yoksa unutuveriyorlar sizi.. İnsan kendini bodrum plajında üstsüz güneşlenirken, paparazzilere kendini yakalatan sanatçı eskileri gibi hissediyor …
Anlamadığım şu: Sevdiğim bloglar var, olmazsa olmaz dediklerim, hatta yeni yazı eklemese de temasını ,orasını burasını değiştirmiş mi diye arada girip çıktıklarım var.. Ve bunu karşılık beklemeksizin yapıyorum yaa..
Kendi takip ettiklerime şöyle bi bakıyorum da;
Mesela Yalnızlık Okulu ; zuzu hergün bir iki yazı girer, ben de imkanlar nispetinde okur, yorum yazarım. O bana pek uğramaz ama bu , O'nu okumama engel değil.. (Sana , intikamım acı olacak demiştim zuzu.. Adamı böyle rezil ederler işte.. )
Feonor’umla aşkımız başka bir alem zaten.. Kendi ifadesiyle o bana ufak çapta tapıyormuş, bu aralar kendisini bir fani olduğuma iknaya uğraşıyorum..
Biraz var mesela; ağır başlı , temiz yürekli bir arkadaş..Karşılıklı okuşup yorumlaşmalarımızda hiçbir riyakarlık olmadığına eminim..
Küfür üretme yaratıcılığına kurban olduğum KuKumanpaşam mesela, okur beni, ben de onu.. Yorum filan yazmaz o pek fazla, raconuna ters adamın , zorlayamam ki..
Şiirlerine şapka çıkardığım Let there be light, Yağmurların prensi, listemde olmasa da blogunu hergün yokladığım Efsa da okuduklarım arasında.. Elma şekeri çalınan kız, özel etki alanım, 91 karşılık beklemeden okuduğum güzel kalemler yine. Satır aralarımı okuyabilen ara sıra da olsa yazılarımdan uzun yorumlarıyla beni deli gibi sevindirik eden ( . ).. Nasıl okumam ki yazdıklarını..
Lilium .. Yazdıklarının tamamını bana yazdığı yolunda bir masal anlattım kendime.. Ayrı bir yeri var bende..Sevgili Virgilius mesela, her yazısını mutlaka okuduğum (ne kadar uzun olursa olsun) bir adamdır. Kendisi, bana bir yada iki defa anca gelmiş olsa da şimdi ona küstüm seni okumuyorum demek, kendimi cezalandırmak değil mi?
Kelime büyücüsü Magnum Opus da benzer durumda ,O da bana uğramaz ama hergün blogunu didik didik ettiklerimdendir..
Lal bölünmüş dediği şiirini blogumda yayınlama izin vererek beni onurlandıran Kutup zencisi.. Arada sitem ederim okumuyorsun beni diye.. zira kanaatleri önemlidir benim için.. Geçen gün yazılarımla ilgili öyle bir iki tespitte bulundu ki, beni okuduğuna eminim artık..
Ve tabii, kadınların en esriği.. O bir manyak, o bir kaçık, o bir ki üç… Esrik öfkem.. Ya bu güzeller güzeliyle iyi anlaşırız.. Birbirimize abanmadan.. Arada arar beni, "off yine uzun yazmışın sıkıldım okumadım" der.. Bu işte yaaa.. Böyle olmalı işte.. Yani bu oku beni, okuyim seni muhabbeti beni bozuyor…

Oy oy oy,Çenem düşmüş bir sürü yazmışım yine.. Diyeceğim şudur özetle okur :Ben de, seni okuyorumdur belki.. Yorum yazsam da yazmasam da.. Ve okurum yine de seni, sen beni okusan da okumasan da.. Yaa ben, hiç bişeyi karşılık bekleyerek yapabilitisesi olmayan bir mahlukum anlamadın mı hala?
O yüzden sevgili okur, beni ister oku, ister okuma.. Paşa gönlün bilir.. Seni de ister okurum ister okumam. Onu da müsaadenle beni paşa gönlüm bilir..

Hadi şimdi, kahveleri tazeleyip devam edelim..
Ne olacak sahi şu memleketin hali?

12 Şubat 2009 Perşembe

Şimdi çok geç....


Hadi bakalım beyler, başlıyoruz... Bu günün kazananı benimle baş başa bir çay içecek..”
….
Okulun en popüler kızıydı. Güzel değildi ama çözemediğim bir etkisi vardı erkekler üzerinde.. İçinden geldiği gibiydi bir kere . Diğer kızlardan en büyük farkı buydu belki de.. İstemediği hiç bir şeye evet demez, istediği zaman da naz yapmazdı..O’nu ilk kez görenlere için kolay hatta basit hissini uyandırsa da, bütün okul bilirdi ki neredeyse erişilmezdi..Arkadaşlarının tamamına yakını erkekti. Kızlarla bir türlü dokuları tutmuyordu nedense.. Okulun en “havalı” çocuklarının gözdesi olması diğer kızları çileden çıkarıyordu.Ve O, bu durumun keyfini çıkartmayı çok iyi biliyordu.Kantine girdiği anda masalarda komik bir telaş başlıyordu.. Ufak tefek ,güzel bile sayılmayan kız , bir anda etrafı çekim alanına hapsediyor, dağın zirvesindeki sarayından ,tebaasına bakan kudretli bir hükümdara dönüşüyordu..
Benzer günlerden biriydi yine.. Kantine girdi ve bildik neşesiyle haykırdı ortaya : “ Hadi bakalım beyler, başlıyoruz... Bu günün kazananı benimle baş başa bir çay içecek..” Çocuk, kantinin sonundaki masalardan birinde oturmuş kitabını okuyordu dün olduğu gibi.. Elleriyle alnına düşen saçlarını geriye atmış , ayaklarını kalorifer peteğine uzatmıştı.. Koca kantinde , Onu fark etmeyen tek adam oydu ve bu çok sinir bozucu bir durumdu kız için.. Erkeklerle diyalog kurma konusundaki ustalığını kullanma vakti gelmişti.. Çok sıradan bir iş yapıyormuş edasıya, çocuğa yaklaştı ; “ sizi ,ne zaman aramızda göreceğiz efendim” diye laf atıverdi..Çocuk, insanın içine sokulan bir tebessümle kaldırdı başını:

-Üzgünüm ama bileklerim onlar kadar kuvvetli değil.. Hani bir gün benim de becerebileceğim…
-Kim bilir belki bir gün …

Günlük müsabaka tamamlandı. Kazanan güçlü bileklerin sahibi, bir öpücük eşliğinde sunulan çayla ödüllendirildi..
Ertesi gün başka bir kazanan. Bir sonraki gün, bir başkası.. Günler ,birbirini tekrar ederek geçip gidiyordu.. Çocuk o müsabakaların hiç birine katılmıyordu inatla.. Çocuğun katılmadığı her günün ertesinde kazananın ödülü büyüyordu..Çocuk gelmiyordu.. Kız, farkında olmadan, çocuğa doğru çekiliyordu ama çocuk bir türlü gelmiyordu..
Bir sabah, gözlerinde hain bir planla girdi kantine kız.. “ Heyy gençlik, yarınki yarışmanın ödülünü açıklıyorum.. BEN…”
Sesler kesildi, şaşkınlık ve ardından Oleeeyy seslerine karışan alkışlar.. Çocuk, başını çekip aldı kitabından.. Göz göze geldiler..Canı yanmıştı çocuğun.. Kalktı, kızın masasının kenarında durdu:

-Bunu neden yapıyorsun?
-Neyi?
-Bunu.. Kendini neden bu kadar hafife alıyorsun?… Neden?..
-N’olu şeker rahatsız mı oldun?.. Aaa, pardon.. Senin bileklerin zayıftı değil mi? Üzüldüm bak şimdi.. Yoksa kıskandın mı ?
-Kıskanmak mı?
-Hıı hı..
-…….

Çocuk , yüzündeki acıyla uzaklaştı kantinden..
Ertesi gün, kantin daha mı kalabalıktı ne. Kıran kırana bir müsabaka oldu.. Galibi tahmin edildiği gibi okulun en “öküz” diye tabir edilen çocuğuydu.. Ödül zamanıydı.. Her zamankinden farklı bir hal vardı kızda.. Kazananın yanına gitti.. Birlikte kantinden çıkarlarken, çocukla göz göze geldiler.. Gözleri, “ tut beni, gitmeme izin verme” diye yalvarırken bile öfke ile bakıyordu.. Çocuğun canı bir kez daha yandı.. Gitme demedi…
O günden sonra kantine garip bir sessizlik çöktü.. Yarışmalar artık yapılmayacaktı.. Hükümdar, böyle karar almıştı..
Çocuk yoktu.. Ne o gün, ne ertesi gün, ne de daha ertesi gün..
Kız, ışığını gittikçe kaybeden güneş gibiydi artık.. Kendini, kimsenin görmediği saydam bir fanusa hapsetmişti.. Fanusun içindeki hava giderek azalıyor, azaldıkça , kız soluyordu.. Çocuk artık gelmiyordu..
Son yarışmanın üzerinden tam 24 gün geçmişti.. Kız, kimsenin farkında olmadığı bir bekleyişte tükeniyordu..Puslu bir kasım sabahı, bir ayak sesi, bir merhaba… Gelmişti.. Arkadaşları etrafını sarmış, günlerdir nerde olduğunun hesabını soruyorlardı… Kız, sırtı kalabalıklara dönük, burnu cama yaslı duruyordu.. Saçlarına değen bakışları hissediyordu ama dönüp bakmıyordu..

-Merhaba..
-Ooo selam.. N’aber? Yoktun uzun zamandır..

Beşinci sınıf figüranlar kadar başarısızdı bu defa rol kesmekte..
-Yaa öyle oldu işte.. Boşver.. Sen nasılsın?
-Harikayım.. Aksi mümkün mü?
-Aslına bakarsan sana vermem gereken bir şey vardı onun için geldim..
-Sahi mi? Neymiş o? Yoksa bana hediye mi aldın?
Canını yakmaya çalışıyordu yine çocuğun.. Ama çocuk, kesilemeyen acemi rolün farkındaydı ve aldırmıyordu..
-Seni seviyorum..
-Neee… Sen de mi? Off yaaa.. Al işte bi tane daha.. Yaa ben ne yapacağım sizinle.. Neyse, şimdi kaçmam gerek..


Evet, kaçması gerekiyordu.. Tam da o an kaçmalıydı artık.. Çünkü “ben de” dilinin ucundan fırlamaya o kadar hazırdı ki.. Arkasını hızla döndü.. Bir iki adım atmıştı ki, koluna yapışan bir el tutup çevirdi O’nu..
-Neden yapıyorsun bunu? Neden?
Artık tutamıyordu kendini, yüzündeki bütün maskeler döktüğü tufanın altında kayboldu.. Gözlerinde aynı öfke, aynı kırgınlıkla baktı çocuğa.
-Gitmeme neden izin verdin? Madem gelecektin, neden gitmeme izin verdin..
Parmakları koptu çocuğun, kolu koptu, dili koptu sanki.. Taş kesti kantinin ortasında.. Kız ardına bir kez bile bakmadan çıkıp gitti..

Sadece kantinden değil, yaşamdan bütün izlerini silip öylece gitti..

11 Şubat 2009 Çarşamba

VI


Nece Konuşur
Savaş Çocukları????....

Sanılanın aksine...


Fırçasını paletinin üzerinde gezdirdi.. Nefesimi tutmuş bekliyordum. Benim resmimi yapacaktı, az şey değil. Fırça önce siyaha dolandı, ardından bir parça kırmızı..Tuvale dokundu fırçanın ucuyla, usulcacık.. Uzattı bana doğru resmimi. Şaşırdım.. Gözlerimi tuvalden ayırmadan sordum : “ Nedir bu?” Gülümsedi asık surat. “Sensin” dedi.. “Sen.. Yani kanla karışık karanlık
…..
Babamın arkadaşıydı. Son günlerde neden bilmiyorum sıkça bahseder olmuştu babam O’ndan. Anlattığına göre yaşayanların en iyisiydi.. Kolay beğenmeyen adamdı babam. Eğer “en iyisi” diyorsa gerçekten iyiydi, şüphesiz. İkinci eşinin zamansız ölümünden sonra kabuğuna çekilmiş, açılışlara katılmaz olmuş, eserlerinin inanılmaz paralara satıldığı müzayedelerde bile görünmüyormuş.. “Delirmesinden korkuyorum” demişti bir keresinde.
Neden bilmiyorum, hastalıklı ruh hallerine karşı özel bir ilgim mi vardı yoksa yine öğrenmem gereken bir şeye doğru mu çekiliyordum bilinmez, şiddetle tanımak istiyordum O’nu..
Günlerce yalvardım babama. Sonunda pes etti sanırım. Bir akşam yüzünde haylaz bir tebessümle geldi eve. “Yarın seni bekliyor” dedi.. Sevincimi anlatamam. Annemin şaşkın bakışlarına aldırmadan sarıldım babama.. O’nu görebilecektim nihayet.
…..


Anadolu Hisarı’nda iki katlı müstakil evin, üst katını atölye olarak kullanıyordu. Bütün kolonlar ve duvarlar yıktırılmış, böylece yaklaşık 80 m2 lik devasa bir kullanım alanı elde edilmişti.Perdeleri olmayan pencerelerden gün ışığı alabildiğine girse de gariptir hala loş kalan noktalar vardı odada..
Asık suratlı bir ihtiyardı.. Orda oluşumdan memnun olmadığı her halinden belliydi. Yine de en kibar tavrıyla bir şey içip içmeyeceğimi sordu.. Salakça bir şey yapıp, “sigara içebilir miyim” diye sordum.. Ne istersen yap edasıyla çıktı odadan. Birkaç dakika sonradöndüğünde ,elinde iki fincan çay vardı.. “Akşam olmadığı için şaraptan mahrum kalacaksın” dedi, gülümseyerek.. Asık suratlı adamın, gülümserken bile garip bir acı çekiş vardı yüzünde.
Duvarlar , yarım bırakılmış onlarca resimle doluydu.. Sergi gezercesine dolaşıyordum odanın içinde. Fırçalarını ve paletini temizleme işi bitirince yanıma geldi..
-Resimden anlar mısın?
-Şeyy.. Yani.. Pek sayılmaz..
-Neden.. Baban, sana bir şeyler öğretmiş olmalı..
-Aslında evet ama.. yani.. Bilmiyorum işte.. Ahkam kesecek kadar değil
..
Gülümsedi..
-Bu resimler neden yarım?
-Hangileri?
-Bunlar işte. Duvardakilerin neredeyse tamamı yarım. Yapmaktan mı vazgeçtiniz yoksa daha sonra mı tamamlayacaksınız..
Yüzü duyduklarından dolayı rahatsız olduğunu gösteriyordu.. Belki de “bir kez daha anlaşılamamanın” verdiği garip bir yalnızlık hissiydi..
-Aksine küçük hanım, bunların hepsi tamamlanmış resimler.. Hem de son fırça darbesine kadar..
-Şeyy..Dedim ya size anlamıyorum diye. Eğer sizi kırdıy..
-Yok.. Kırılmadım.. Alıştım aslında.. Yarım kalmış resimler.. Hah.. Alışageldiğiniz görüntüyü görmeyince bitmediği hissine kapılıyorsunuz değil mi?
-Evet .. Çünkü resim görsel bi..
-Off.. Lütfen bırakın şu kitap cümlelerini..Sana bir şey dinletmek istiyorum.. Şövalesinin solundaki CD çalara dokundu.. Muhteşem bir müzik, odanın zemininden, tavana yükseldi adeta.. Kısa çok kısa bir esintiydi, bitti.
Yüzüme bakıyordu.. Yalan söylediğim zamanlar gibi, gözlerimi kaçırdım bir an..
- Sadece 10 saniye sürüyor biliyor musun?. İnsana tam burada bitmez ki dedirtiyor.. Devamı gelecek zannediyorsun.. Ama yok işte.. Hepsi O.. Neden o kadar diye sorma.. Bunun cevabını ben bilemem, sen de bilemezsin.. Bunun cevabını bilen tek kişi ,bestecidir.. Yani eserin yaratıcısı..
-Anlıyorum..
-O kadar canlı ve hayat doluydu ki.Elli yıllık hayatımı noktalamanın eşiğinde olduğum bir anda Tanrı tarafından , elerimi tutmak için yollanmış bir melekti adeta.. Çok güzeldi biliyor musun? O’nun gibi birinin ,benim gibi huysuz bir ihtiyarda ne bulduğunu hiç sorgulamadım bile.. Vehimlerle kaybedecek bir tek saniyem bile yoktu.. O’nu yaşamak istemiştim.. O’nunla beraber, hayatın ıskaladığım her anını yaşamak.. Zamanı tersine çevirebilecek kadar güçlüydü.. Bilemezdi.. Bilemezdim.. Bilemezdik..
Gözleri pencerenin dışına, gökyüzüne uzandı..
-Ama O biliyordu.. Eserin sahibi..
-Ben..
- Onu bekliyordum.. Birlikte sergi açılışımıza gidecektik..Saatlerce bekledim..Saatlerce.. Sonra, o uğursuz telefon sesi. Hangi felaket tellalıydı arayan hatırlamıyorum bile.. Çok güzeldi.. Ölüm dışında her şeyin yakışabileceği kadar güzel.. Ama “eser”, sahibinin tasarrufundaydı.. … … … Her neyse.. Anladınız mı şimdi?
-… Şey.. Ben gitsem iyi olacak sanırım..
-Babanıza selamlarımı iletin lütfen..
-…..

…….


Nihayet ,beni bu asık suratlı ihtiyara çeken şeyin ne olduğunu öğrenmiştim..
Yol boyu, O’nu ve söylediklerini düşündüm..
“Eser , sahibinin tasarrufundadır ve tamamlandığını ancak O bilir.”
Artık, günlerdir yazamadığımı sandığım hikayemi yazabilirdim:
Merdivenden aşağı iniyordu kadın kaçarcasına.. Adamsa tersine henüz başlamıştı basamakları tırmanmaya.. Telaşlı adımları birbirine dolandı kadının ve çarptı adama.. Adam kadına göz ucuyla baktı sadece…”
Kim ne derse desin , hikayem bu kadarcıktı işte..Bitmişti..

10 Şubat 2009 Salı

Bir megalomana aşık olmak...

K- Seni seviyorum..
E-Ben de..
K-Sahi mi..
E-Yemin etmemi ister misin. Hem de herşeyden ve herkesten çok..
K-İnanamıyorum.. Demek.. Demek sen de beni..
E-Ne? Seni mi?
K-Evet, beni... Öyle dedin ya..
E-Kim ? Ben mi dedim?
K-Demedin mi?
E-Hayatım ben ne dedim söyle misin?
K-Seni seviyorum dedim..
E-Evet..
K-Ben de dedin..
E-Evet..
K-Eeee..
E-Hayatım, burda konu olan kişi kim? Yani ilk seni seviyorum cümlesinin muhatabı.
K-Seeen..
E-Ben ne dedim peki.. Hatırla tekrar..
K-Ben de dedin....
E-Yani?
K-.... Ben de derken sen... Allahım ne kadar salağım ben.. Sandım ki.. Yok yaaa... Pes artık..Hatta yuh!
E-Tatlım sakin ol..
K-Tamam bırak beni yaa..
E-Bırakmak mı.. Tutmuyorum ki bitanem..
K-Salak sen de..
E-Ama hayatım lütfen kabalaşma..
K-Ya yürü git başımdan...
E-Oluuur.. Hadi kaçtım byeeee...
K-..........

V

...
"Sarılsana" dedim, ve...

9 Şubat 2009 Pazartesi

Merdiven..




Yuvarlandığım yada kendimi yuvarladığım merdivenlerin dibinde öylece duruyorum.. Ne kadar çok merdiven.. Neden yaptım bunu? Neden ittim kendimi aşağılara? Neden yada kimdendi bu kaçış? Ne işe yaradı peki?

Kendini bırakıp gidemiyorsan, her gittiğin yere seninle beraber geliyorsa aslında tek kaçmak isteğin "SEN", bu anlamsız oyunları bırakmalı insan.

Düş-tüm.. Evet düştüm, düşlerimin içine..Yada kendimi fırlattım bilmiyorum. Son günlerde hiçbirşey bilmiyorum zaten. Zihnimin içinde uçuşan bir sürü - bir çoğu da gereksiz olan- anı , kelime , masal kırpıntısı, düş artığı ve yalan döküntülerinin içinde kendime dair şeyleri bulmak istiyorum artık.

Gözlerim karanlıkta görme yetisini kazandılar . Hayalet yada öcü sandığım şeylerin, gün ışığında neye benzediğini farkedebiliyorum yavaş yavaş. Bir korku hikayesinin içinde değilim.. Bu benim hayatım.. Şurda duran ince bileklerinden kan damlayan kadın benim, mabede inip şeytana kendini veren de, karanlıkla saklambaç oynayan da, kırmızı bayramlıklar için ağlayan Zeynep te.. Hepsi ben, benden, bana dair.. Bir türlü düzene koyamadığı hayatından masal tadında gerçeklerle kaçmaya çalışan biriyim. Mesai saati bittiğinde Külkedisi'ne dönüşüveren bir Sindrella.. Ne komik..

Kalebek Etkisi'ni izlemişsinizdir. Büyülenmiş ve "keşke" demiştim.. Olabilseydi.. O ,belki de milat olan zamana geri dönebilseydim bunlar yaşanmamış olacaktı.. Ama o zaman da, yaşadıklarımın içindeki güzelliklerden de vazgeçmem gerekiyor. Bildiğim, yapabildiğim bütün kombinasyonlarla o günden bu güne getiriyorum hayatımı, olmuyor.. Hep eksik birşeyler kalıyor. Olması gereken neyse olan da o belki de..

Gerçeklerle barışma zamanı.. Hiçbir zaman değiştiremeyeceğim şeyler için kendimi kemirmeyi bırakmam gerek.. Pişmanlıklar , evet.. Ders almalar, belki.. Ama, "dün" e takılıp "bugün"ü kaçırmak .. Bu ahmaklık.. Ben ahmak mıyım? Değilim.. Yada bu ahmaklığa bir dur demek gerek en azından..

Merdivenin dibindeyim.. Üstüm başım toz içinde yine.. Ayaklarımın dibinde bir kaç zararsız fare belki.. Ama hala ayaklarım var.. Hala o merdivenlerden çıkabilecek ayaklara sahibim.. Derin bir nefes almalıyım.. İçimdeki can sıkıntısından bir soluk verişte kurtulmalıyım.. Kimseye ihtiyacım yok.. Kendim çıkabilirim merdivenleri.. Dibi buldum mu? Belki de.. Belki daha da dibi var bilmiyorum.. Ama oraya kadar inecek cesaretim yok .. Bu noktadan artık çıkışa geçmeliyim.. Kendimi çok fazla yorduğumu hissediyorum.

Merdivenler...Düştüğüm.. Kendimi düşürdüğüm merdivenler.. Basamaklarında keni kanım ve gözyaşım olan bu merdivenlerden yavaş yavaş çıkacağım şimdi..

Milat diyeceğim bu tarihe..
Sen! Eğer , inanıyorsan göremediğine dua et benim için.. İnanmıyorsan da bunu benim için dile.. Sadece bu kadar yardıma ihtiyacım var.. Gerisini ben hallederim..
"Suratımda her suç bir ayrı imza,
Benmişim kendime en büyük ceza!"

Vakit, o vakittir..
Şimdi...

7 Şubat 2009 Cumartesi

Karınca...


Küçük bir ışık.. Sevinç..Geliyor.. Karınca beni görmeye geliyor.. Benim için.. Sesimi duymuş birisi.. Nihayet..
Seni seviyorum karınca...

IV


...
Söz tükendi...Ben de...

Kanarken..


Gittikçe içime gömülüyorum.. Var gücümle ve sahip olduğum tüm kelimelerimle kendimden geçercesine yazarken, içime gömülüyorum..Biliyorsun.. Zaten sadece Sen biliyorsun; ne olduğunu ,neden olduğunu ve şimdi ne halde olduğumu.. Anlatamadıklarımı anlayanım,anlamak için kelimelerime ihtiyacı olmayanımsın.Canım yanıyor..

Çekemez misin şu ruhuma geçirilmiş tırnakları yada bir parça olsun gevşetemez misin boğazıma dayanmış nefes aldırmayan parmakları..
Boğuluyorum.
Nefes..Bir parça nefes… Medet! .. İnsaf!..

Allayıp pulluyorum kelimeleri, kurgu sanılanların koynuna salıyorum.. Kanıyorum.. Bravo seslerinin altında avaz avaz yalvarıyorum.. Duy!

Aynalar peşime düşüyor geceleri..Yüzleşmekten kaçıyorum.. Korkuyorum. Yüzümde patlayan son tokadın sızısı hala geçmedi.. Geçmesin. Geçmesin ki, unutmayayım ne kadar dibe inebileceğimi..

İnsanlar.. Beni kan çukurlarında boğanları misliyle yaşayan insanlar.. Neden ben de onlar gibi değilim? Neden üzerinden atlayamadığım çukurlarıma düşüyorum hep? Unutmak.. Ama nasıl? Uyku, kâbuslarıyla geliyor sadece. Huzur, hangi baykuşun ötüşüne büründü bilmiyorum.. Acı çekiyorum..

Duvarlara bakıp, sana isyan ettiğim zamanları bilirsin. Ben , adam gibi huzura gelmeyi bile beceremedim.. Ama senin beni sevdiğine inandım hep. Ne olursa olsun benden umudu kesmediğine, gece usulca gelip saçlarımı okşadığına, ıslak yüzümü öptüğüne inandım. Kimsesizliğimin kimsesiydin sen.. Bense…. Biliyorsun işte..

Dur durak bilmeden yazıyorum.. Kime ve ne için olduğunu bile düşünmeden.. Biri duysun istiyorum, anlasın yada en azından anlamaya çalışsın.. Evet, hala bir insana ihtiyaç duyacak kadar zayıfım.. Sırtım delik deşik üstelik.. Ne gam..Duvara yaslanarak yaşamadım ki hiçbir ilişkimi.. Hani belki, bir yolcu geçerken işitir diye sesimi, kendi çölümün ortasına kurduğum hanımdan kervanlara seslenip duruyorum.. Geliyorlar.. Duruyorlar..Dinliyorlar... Gidiyorlar.. Sonrası aynı ıssızlık işte.. Anlatamadığım ama senin anladığın..

Yoruldum.. Dolap beygiri gibi aynı yerlerde dönüp durmaktan.. Dizlerimin gücü tükeniyor hissediyorum.. Ne olur tut beni..
Rahmeti gazabını aşmış olan, affet... Ve durdur artık ruhumdan akan kanı..

Kimsesiz, hiç kimse yok
Herkesin var kimsesi..
Kimsesiz kaldım yetiş!,
Ey kimsesizler kimsesi…
yada
Ey sevgili,
En sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim..

6 Şubat 2009 Cuma

III


Yalnızlık ;sağır bir arkadaştır, insana kendi sesini unutturur..

Ve....
Delilik gelir , unutulanları hatırlatır...

Ölümün Bilekleri İnceydi...


Sırtını rüzgâra vermiş, denizin dibinde olmayan bir noktayı arıyordu gözleri.Ay ne kadar da suratsızdı bu gece.. Ve gece mavisi gökyüzü delik deşikti yıldız darbelerinden.. Kanıyordu.. Kızıl kara bir kan, kimseye görünmeden sızıyordu. Meçhul bir delikten denize damlıyor , deniz kızıl kara oluyordu.. Ağlıyordu. Islak sokak kedileri gibi, titriyordu elleri cebinde. Denizin dibindeki olmayan noktaya bakıp sövüyordu.. Umutlara idam sehpaları kuruyordu bir başına. Yine hakım, yine savcı , yine cellat oluyordu.. Dişlerinden ısırdığı dudaklarının kanı sızıyordu.. Ve “neden” diyordu sadece? Topyekûn “neden” diye soruyordu geçmişe, ana, geleceğe. Sadece uluyan rüzgar karşılık veriyordu..
Artılarını bir yana yazıyordu ,tıpkı O’nun dediği gibi eksileri bir yana.. Eksi dağları üzerine devriliyordu. Ve bu sınavda bir eksi, onlarca artıyı siliyordu. İlişkilerin matematiği olmuyordu…
…..
(1 saat önce)
-Aşkım ben de seni özledim.
-….
-Biliyorum bitanem.. Az kaldı inan..
-…
-Haklısın.. Tamam.. Sadece uygun zamanı yakalamam gerek.Sabret ve bana güven..
Kendi evinin koridorunda, bir hırsız gibi nefesini tutup yaslanmıştı duvar.. İçerdeki adam.. ADAM.. Birkaç saat önce seviştiği adam.. Adını sayıklayarak üzerine yığılıp kalan adam.. Bildiği bir şiiri okuyordu meçhule. Sırtını yasladığı duvar üzerine yıkılıyordu. “Seni seviyorum” diyordu adam.. Aynı ses.. Daha bu gece duyduğu ses.. Boğuluyordu..Yıkıntıların arasında toparlamaya çalışıyordu zihnini.Gecelerdir adını koyamadığı bu mesafenin adını biliyordu artık..Teninin kokladı hiç sebepsiz. Adam’ın kokusunu.. Tiksindi.. “Seviştiği ben değildim” dedi kendi kendine..Hissetmişti.. Evet, hissetmişti ve bunu yine şeytanın bir oyunu zannetmişti. Şeytan belki de ilk kez Ona gerçeği söylemişti..Şimdi en güçlü haliyle odaya girip ,bu çoktan bitmiş oyunda “perde” demeliydi.
Odaya girdi en umursamaz tavrıyla.. Telefon “ben seni yarın ararım”la kapandı. Nasıl rahat , nasıl da umursamazdı adam. Uzandığı kanepeden doğrulmadan konuşmaya başladı:
-Ne oldu Canım? Neden yandın sen?
-Canım mı? Sana hiç sahtekâr olduğunu söylemiş miydim?
-Ne saçmalıyorsun gecenin bu vaktinde.
-Hiç bir şey.. Gidiyorum..Hemen şimdi hem de.
-Sandığın gibi değil?
-Sahi mi.. Bak işte buna çok sevindim. Çünkü midem zannettiklerimi kaldırmıyor inan. Hoşça kal.
Arkasını dönüp çıkmak üzere iken seslendi adam:
-Konuşalım..
Nefretle dönüp baktı adama..Şimdi yada hiç dedi içinden.
-Konuşmak.. Dinle beni.. Senden öğrendiğim harika bir söz var..Tam da şu an için söylenmiş bir söz."Beni kaybetmeyi göze alan, kaybetmeli.” Sen göze aldın.. O halde…
Yatak odasına gidip üzerini değiştirdi.. Sadece çantasını aldı.Cebindeki anahtarları , ayakkabılığın üzerine bıraktı.. Adam koştu arkasından, bileğinden yakaladı sıkıca..
-Saçmalama bu saatte..
Döndü .. Adamın “hiç bulutlanmasın” dediği gözlerindeki yağmuru, öfke bulutunun altına gizleyip baktı.
-Hatırladın mı? Yıllar önce sana geldiğimde de bu saatlerdi. Yanımda sen vardın gerçi.Ama çok zaman geçti.. Farkında değilsin ama çok büyüdüm ben.. Bu saatte sokağa çıkabilecek kadar.. Hem de tek başıma.. Şimdi kolumu bırak.. Hoşça kal..
Adamın, kadının bileğini sımsıkı tutan parmakları gevşedi.. O’nu hücrelerine kadar tanıyordu.. Gidecekti. Ne derse , ne yaparsa yapsın gidecekti bu defa..
Ve gitti…
……..
Denizin dibindeki o noktadan çekip aldı gözlerini..Bileklerini tuttu.. Adamın bıraktığı parmak izlerini okşadı yavaşça."Her şeye rağmen” di adam.. Lanet olsun her şeye rağmendi işte.. Bileğini son kez sıkıca tuttu.. Son kez tuttu adamın elini sıkıca.Belki de çare, bu incecik bileklerdeydi. Çantasında bir şey aramaya başladı.. Kısa süre sonra bir çocuk gülüşü kıvrılıp oturdu dudağının ucuna .Bulmuştu.. 1 yıl önce gözlerinden ameliyat olduğunda hastanenin, hatıra olsun diye kendisine verdiği küçücük, jilet benzeri bir bıçak..

Son defa kızıl kara denize, ay’ın suratsız çehresine ve delik deşik gökyüzüne baktı. Bileğine,adamın parmak izlerinin haritasını çizdi yavaş yavaş..Parlak kırmızılar çamurlu taşlara aktı..
Sabahın ilk ışıklarıyla buldular O’nu sahilde..Bir küçük kedi yavrusu bileklerini yalarken …