31 Ağustos 2009 Pazartesi

ayna/da kadın(da)


Koltukta bacaklarımı toplamış oturuyordum.. Onu izliyordum uzaktan.. Aynanın karşısındaydı. Öfkeyle bakıyordu yüzüne.. Mırıldanıyordu bir yandan :

"Kim bu kadın?
Aynadan yüzüme öfkeyle bakan
Bir yerden hatırlar gibiyim bu simsiyah gözleri..
(hâlâ) bir küçük kız ip atlıyor içinde..
O yüzden mi tireyip duruyor gözbebekleri..
Alnında bir tutam saç..
Düştüğü alına bile yabancı..
Bir yorgun el , tutup kaldırıyor onları düştüğü yerden..

Eller..
Eller kıvranıp şakaklar üstünde..
gizli bir sırra dokunur gibi..
Değiveriyor dudağa bulaşan mavi yeşil lekeye..
Acı, burkuyor o dudakları..
Çatılıyor hilal kaşlar ,kime bu öfke..
Kim bu kadın ..."


Söz bitiyor.. Kaldırıp fırlatıveriyor kendini aynaya.. Aynada kadın.. Kadın aynada.. Ayna da... Kadın da..Paramparça..

Paramparça herşey..
Herşey paramparça..

Kim bu kadın?
Ben kimim?
............

Baba!
Ne olur gelip bir ezanla fısıldasan kulağıma ismimi..
Yeniden, baba.. Yeniden...

Çile/k..



Melek, yıllar önce ,alt katımızdaki daireye gelin olarak geldiğinde, ben, üniversitenin ilk yılındaydım.. Benden topu topu bir yaş büyüktü.. Ben, kendimi hâlâ çocuk yerine koyarken, hayattan Onun payına en evinin kadını olmak düşmüştü.

Çok güzel bir kadındı Melek..Kuzguni siyah saçları, iri kara gözleri ve narin çehresiyle çok ama çok güzeldi..Hasan'la severek evlenmişlerdi.. Köksüz iki çiçeğin, ayakta durmak için birbirine sarılması gibiydi halleri.. Birbirlerinden başka kimseleri yoktu.. Aslında kimseye ihtiyaçları da..
Yokluklar.. Yoksulluklar.. Sarılmak güç verdi.. Ayakta durdular.. Derken, İlkay kız geliverdi.. Su damlası, can yarısı İlkay kız..Peşinden, iki yıl geçti geçmedi Mert oğlan.. 4 kişilik koca bir aile oldular.. Hasan'ın işleri iyi gidiyordu.. Müzisyendi.. Gece geç vakitlere kadar çalışması gerekiyordu ama olsun(du)..

Günler geçiyordu, can parçaları büyüyordu bir yandan ama Melek'in gözlerindeki, o ilk gördüğümde hayran kaldığım ışık sönüyordu sanki.. Mutfakta çay hazırlarken duymuştum annemle konuşmalarını.. -Garipti, ben üniversiteli olduğumdan ,belki de onu küçümseyeceğimi düşünür çok fazla sokulmazdı bana.. Anneme daha yakındı..-"Hasan'da bir gariplik var" diyordu.. Uzak duruyormuş, dokunmuyormuş bile.. Sabaha karşı gelip, tek kelime etmeden yatıyormuş.. "Uyanınca banyosunu yapıp, kaçar gibi gidiyor" derken çenesi titriyordu.. "Sakin ol kızım" diyordu annem.. "Sakin ol , düzelir.."
Ama hiç birşey düzelmedi.. Hani biti kanlandı derler ya, Hasan'ın da biti kanlandı günden güne..
Bir tatil günüydü sanırım.. Taksimdeydik.. Bir cafeden çıktı bizim büyük(!) müzisyenimiz.. Yanında bir hatunla.. O zaman anladım, neden Melek'e dokunmadığını.. Melek.. Melekti çünkü. Saçları aptal bir sarıya boyanmamıştı..Gözleri mavi yeşil lenslerin altına gizlenmemişti..Eti, kasap çengelinde sunulan satılık hayvanlar gibi teşhir de edilmiyordu üstelik...
Ve Hasan gitti.. Melek , kala kaldı.. Önceleri, arada bir uğrardı Hasan.. Sonra uğramaz oldu..
Bir gün Melek çocukların alıp geldi..Allaha ısmarladık demeye.. Gittiler.. Başka bir yere taşındılar..
Biz mi?
Biz ,adına hayat gailesi dediğimiz mazeretimizin arkasına sığınıp, unutuverdik onları.
Aradan ne kadar zaman geçmişti bilmiyorum.Bir kaç yıl , belki daha fazla..Bir akşam üzeri çalan telefon, annemin şaşkın ama mutlu sesi, adresi yazmak için telaşla kalem isteyişi..
Sıkı sıkı tenbih etmişti Melek;ana yolda arabadan inince onu arayacaktık. Oturduğu ev, her nasıl bir yerde ise annem tek başına yürüyemezmiş o yolu..

Hafta sonu ,elimizde adres ve tarifle ,yola çıktık.. Giderken çocuklar için "pahalı" çikolatalardan da almıştık.. İstanbul'un saçma sapan bir tepesinde, otoban gibi bir yerde dudru şoför."Burası" dedi.. Şaşırdık..Sağımız solumuz bayırdı..Melek'i aradık. 2 dakika sonra yolun sağınaki tepeden koşarak geldi Melek..Annemin kollarına girdik. Bir yanı neredeyse uçurum olan tepenin ortasındaki ,bir kaç kondudan birine buyur edildik.
İçerde iki çek-yat, bir küçük televizyon, yerde eski bir halı..Mutfak ve oda biraradaydı ama, amerikan mutfak tarzı düşünülerek yapılmadığı kesindi.
Çaylar içildi, sohbet edildi. Melek, bu koca şehire yutulmamıştı çok şükür. İlkay kız, çocuk anneydi artık.. Öğlene kadar komşuların baktığı Mert oğlan, öğleden sonra önce Allah, sonra İlkay'a emanetti.
Çantamdaki pahalı çikolataları çıkarttım.. Utancımı anlatamam.. O çikolatalar o eve, o çocuklara öylesine yabancıydı ki.. En az, bizim onların haline yabancı olduğumuz kadar..
Bir ara İlkay, Melek'in kulağına eğilip birşeyler söyledi.. "Alacağım kızım.. Daha çıkmadı ki" dedi Melek sıkıntıyla .."Yaa , ama Ebru beslenme dersinde yiyordu, gördüm " dedi İlkay inatla.."Tamam" deyip bitirdi Melek konuşmayı,İlkay'ı hafifçe azarlayarak..
"Ne istiyor" diye sordum... ÇİLEK...

Kime ve neye sövmeliydim?Onları bırakıp giden Hasan'a mı? Yoksa, çocuğunun beslenme çantasına ,o mevsimde kilosu bilmem kaç lira olan çileği koyacak kadar beyinsiz olan veliye mi? Hayata mı yoksa?Kime ve neye sövmeliydim..Dudaklarımı ısırıp sustum...

Gitmek zamanıydı.. Akrandık, o yüzden benim vermem yakışık almazdı Annem ,onun da annesi sayılırdı.. Bir ara annemle odada yalnız kalınca, annem :"Para olmaz, alış veriş yapalım.. Sen torbaları getirir bırakırsın" dedi ama olmazdı. Dedim ya biz yabancısıydık bu yoksulluğun.. Biz gider, çocuklar tadına baksın diye 1 kilo pirzola alırdık romantik romantik, ama Melek'in tercihi en az 4-5 defa yemek yapabileceği 1 kilo kıymadan yana olacaktı sanırım..
Bize, ana caddeye kadar eşlik ettiler.. Etrafta bir kaç küçük market ve bir manav.. İlkay'ın elinden tuttum, "gel bakalım fıstık " diyip.. Tek tek girip çıktık marketlere.. manava da sorduk.. yoktu.. O lanet olası çilek yoktu.. Neden olsundu ki.. O mahallede kim ,o mevsimde çilek alırdı ?
İlkay'ın gözlerinde her " çilek var mı" sorusuyla parlayan ışık, " yok be abla" cevabıyla söndü..

Çileği bulamadık o gün.. Ama ona söz verdim.. Bir kaç gün sonra geleceğim diye..
Götürdüm mü peki? Hayır... Çünkü ben, yani biz , çabuk unutuyorduk.. O duygusallıktan sıyrıldığımız anda unutuveriyorduk herşeyi.. Biz vefasızdık.. Hem, vefasızlığımızı bile haklı kılan hayat gailesi mazeretimiz hala mevcuttu..

Annem çilek almış dün..Nasıl olduysa oldu, aklıma nerden geldiyse geldi İlkay'ın gözlerindeki yanp sönen ışık.. Dişlerimin arasında çileğin yarısı öylece kaldım.. Ve bu defa kime söveceğimi de biliyordum üstelik..

Melek'i aradım.. Bir umut.. Geç kalmış bir özür yada sadece vicdanımı rahatlatmak arzusu.. Memlekete dönmüşler..Geç kalmıştım.. Bir kez daha geç kalmıştım..


(Özür dilerim İlkay.Çok özür dilerim.. Belki yerini tutmayacak ama bu da benim diyetim olsun.. Bunda sonra asla çilek yemeyeceğim)

28 Ağustos 2009 Cuma

El/veda mektubunun (s)ilik cümlesi..

Bu pencere, bu bahçe, bahçedeki ağaçlar son kez tanıklık edecekti halime, ve son kez dinleyeceklerdi muhatabı sen olan yazılmamış mektubu.

El*eda diye başladım söze.. Elveda... Dönmemek üz*re gidili*orsa "elveda" denirdi ç*nkü..

Yutkundum.. Boğazım ku*uyordu.. Nasıl bit*cekti bu mektup? Daha şimdiden bir yumru* gelip çörekleniyorsa boğazıma ve *özlerim yağmur boşaltmakla tehd*t etmeye başlamışsa... Nasıl okuyacaktım ya*ıl(a)mamış bu kelimeleri..

Di*imi tutuşturan heceler,usulca düşüyordu arka bahçenin karanlığına.. İnc*r ağacının yapraklarında huzursuz bir çırpınış başladı.. Bu ağaçları kesmeli diye geçirdim içimden.. S*ylenmemesi gereken bu sö*lerin şahidi olan, ağaçları kesmeli..

Şehre baktım.. Sahur vakti ışığı ya*an pencerelere..Sonra, senin pencer*ni düşündüm.. Senin, o adre*ini bilmediğim pencereni.

Meğer, sandığım kadar küçük değ*lmiş bu şehir. Ö*le olsa, karşılaşırdık muhakkak. Avucuma sığıyor de*iğim bu şehirde, ayak izlerini bile göremeyişimin çaresizl*ği.. Acı..

Bilmediği mi sanıyor*un.. Yüreğimin ,usul usul fısıldadığı bu cüml*lerin korkunçluğunun farkındayım elbette. Farkı*dayım, katle fermanı hak eden cümleler kurduğumun... Darağacımdaki ilmeğ*mi ellerimle dokuduğumu biliyorum...

Ama...
Ama oldu işte..Lanet olsun ki oldu.. En az senin kadar i*temediğim şey oldu.. Dilediğim ,istediğim ama hak etmediğim o şey, beni en belasından , en yasağından buldu..

Bir düşün!
Sana, muhatap olması bile ağır g*len bu yükü, yüreğimin nasıl kadırabildiğini bir düşün...Izdırabımı, kelimelerimin kı*ranışından anla hiç değilse..

Sus!
Hiç birşey söyle*e..
Kızma! Öfkelenme!
Hakikati yüzüme haykırma.. İnsaf et..Her gece k*ndime tekrarladığım şeyleri hiç değilse bu gece dillendirme..

Bi*iyorum..
Bilmediğimi, düşünmediğimi sandığın kadar iyi biliyorum üstelik.. Asla olmaması gereken şeyler vardır hayatta.. Hiç bir kurala uymayan şeyler.. Hiç bir kitaba sığmayan şeyler.. Ve hiç bir toprağın kabul etm*yeceği yağmurla* vardır..

Ahh!
Kesmeli şu *ncir ağaçlarını, kesmeli...
Yakılması gereke* bu cümleyi bu mektuptan silmeli..
Gitmeli artık..
En çok da susmalı..
ve becerebilirsem;
Dîl'imi de dilim gibi lâl etmeli...

Elveda...

...............

Tarih : Şehirden ayrılmadan önceki gece..
Yer: Şehir..

kaybedenler kraliçesi-3-

Hangi kumarbaz kazanmak için oynar
Hangi mecnun bulmak için arar.

Onu bir kez daha görebilme umudumun neredeyse tükendiği zamanlardı.. Yine de içimden bir ses, Onun hayatımda sadece iki kez görebildiğim bir suretten daha fazla bir şey olacağını fısıldayıp duruyordu zaman zaman..
Ona dair zihnimdeki en keskin iki ayrıntı, gözlerimin içine bakan ama görmeyen bir çift göz ve siyah eldiveninin altında gizlenmiş , dokunamadığım ince parmaklarıydı..
Gündelik ayrıntılar içinde boğulup giderken, bazı geceler, onun sesi olduğuna hükmettiğim bir çığlıkla fırlardım yataktan.. "Beni bul.. Bul.."
Son baharın ,tahtını kışa devretmeye hazırlandığı günlerdi.. Yağmurdan sırtıma yapışmış ceketimin içine gömülmüş, hızlı adımlarla eve doğru yürürken, 20-30 adım ötemde.. O olabilimiydi.. Aynı pelerin, aynı çelimsiz beden.. O olabilme ihtimali bile nefesimin kesilmesine yetiyordu.. Bir an yüzünü caddeye doğru çevirdi.. Bu burun , bu çene, bu solgun yüz.. Oydu.. Orda 30 adım ötemdeydi işte.. Garip bir şekilde koşup sarılmak istiyordum.. Sarılmak ve aylardır içimde biriktirdiğim onlarca cümleyi ,bir çırpıda söyleyivermek.. Ya beni hatırlamazsa.. Adımlarımın mecalinin bir anda kesildiği andı.. Öylece kalakaldım.. Ya hatırlamazsa.. Zihnimden bütün bunları geçirirken, aramızdaki mesafe neredeyse bir kaç adıma inmişti.. Bir adam vardı karşısında.. Kılığından ve gülümseyişinden ilk anda tiksinmiş, rahatsız olmuştum.. Onu kısakanıyor muydum? Neler oluyordu bana?
-Akşam 8 gibi gelirim o halde..
-Bekliyor olacağım.. Sakın gecikmeyiniz..
Ayrıldılar.. Birden bire geriye döndü.. Kaçılmazdı artık.. Karşımdaydı.. Yine gözlerimin içine bakıp, yine gözlerimin arkasındaki o boşluğa düşüveren bakışlar..
Merhaba diyebildim güçlükle..
- Mekan yanmış.. Duydum.. üzüldüm..
Hatırlamıştı..Sevinmeli miydim?
-E.. evet.. Öyle oldu..
-Sen?
-Hiç.. Öyle işte.. Gidip geliyorum.. Boş.. yani..
Kelimeler ağzımdan çıkmıyordu.. Bu kayıtsız duruş bir kez daha dilimi düğüm etmişti ,lanet olsun..
Yağmur kudurmuşcasına yağıyordu. Kaldırımda serseri iki kedi gibi öylece durmuştuk.. Ansızın ağzından mucizevi cümleler döküldü :"Fena bastırdı.. Evim hemen şurda.. Sana bir kahve ikram edebilirim." Hayatımın en edilgen anını yaşıyordum sanırım.. Küçük bir çocuk gibi peşi sıra yürümeye başladım..
Eve girdiğimizde gördüğüm manzara beni şaşırtmıştı.. Ortalık, öncekinden farklı olarak oldukça düzenli ve temiz görünüyordu.. Özenle seçilmiş az sayıda eşya, ustaca yerleştirilmişti.. Pelerinini çıkartıp, koltuğun üzerine bıraktı.. Hızlı adımlarla gidip, kurulanmam için havlu getirdi.. Saçlarımı kurularken , içerden seslerini duyuyordum.. Kahve hazırlıyor olmalıydı.. Heyecanımı gizlemenin en kolay yolu, olabildiğince az konuşup, az hareket olmak olduğunu biliyordum..
Az sonra elinde kahvelerle geldi.. Elleri.. Küçük, küçücük, bir serçe kadar küçük elleri.. Bembeyaz incecik parmakları.. O elleri avuçlarımın arasına alıp ,saatlerce, günlerce tutabilirdim.. Evin yegâne kanepesi pencerenin önüne yerleştirilmişti.. Kanepenin iki ucunda, tek söz etmeksizin dakikalarca oturduk.. Dilimin ucunda kıvranaN kelimeler azabımı dile getiren bir soru olup düşüverdi aniden :

-Kimdi o adam?
-...
Küçümser bir ifadeyle döndü.. Hayretten eser olmayan bakışlarındaki, şeytani ışığı gördüm bir an..
-Neden sordun?
-Hiç.. Öylesine.. Merak işte..
Gülümseyerek kahvesini yudumladı..
-Onda bana ait bir şey olduğunu zannediyorum.. Almam gereken bir şey..
-Neymiş o?
Sustu.. Gözlerini pencerenin ardına yuvarladı.. Yavaşça kalktı yerinden.. Kapının sol yanındaki konsolun çekmecesini açtı.. Merakla bekliyordum..Elinde, birbirinin aynı küçük siyah kadife kutularla döndü.. Çaresizce kutulara baktı bir süre.. Sonra gözlerini kaldırdı.. Daha bir kaç dakika önce ,gözlerinde o şeytani ışığı gördüğüm kadın bu olamazdı.. Küçük bir kız çocuğu vardı karşımda.. Çenesi titremeye başladı.. "Hiçbiri değilmiş.."
Cümlesi biter bitmez, sarsılarak ağlamaya başladı.. Donup kaldım.. Sisler dağılmaya başlıyordu yavaş yavaş.. Aradığı şeyin ne olduğunu biliyordum artık.. Bütün bunların ne anlama geldiğini de..
-Ya birgün onu bulduğunda.. Onu bulduğunda ne olacak peki?
Ağlaması kesildi.. Gözlerindeki bütün ışıklar söndü adeta..Hayatının tek gayesi elinden alınmışcasına kedere boyandı yüzü..
Emindim artık..Tek istediği ,aramaktı.. Bulmayı düşünmeden aramak..
Sol elimi ceketimin cebine soktum.. Aylar önceki yangından bu yana, üzerimde kutsal bir emanetmişçesine taşıdığım küçük kutuyu avucumun içinde alıp, sıkıca tuttum.
Avucumun içindeki küçük kutu, onu bu geceki sarhoş nefesten ,beni de yakıcı bir azaptan kurtarabilirdi..
Peki ya sonra.. Onu hayata bağlalayan "aramak" arzusunu yok edemezdim..
Sustum..

kaybedenler kraliçesi -2-

O’ydu.. Aylar sonra gelmişti işte…Kaybedenler Kraliçesi.. Dönmüştü.. Tam artık, gelmez dediğim anda çıkıp gelmişti işte..
Haftalarca aramıştım O'nu.. Şehrin bütün karanlık sakaklarında, bütün kaldırım altı batakhanelerde O'nu aramıştım.. Yoktu.. Sanki buhar olup uçmuştu hiçbir iz bırakmadan.. Ev sahibin eline sıkıştırılmış birkaç yüz lira yetmişti evine girmeye.. Bir iz, kim olduğuna, nerde olduğuna dair bir küçük iz.. Yoktu.. Yer yer cilası dökülmüş konsolun çekmecesinde kadife bir örtü ve üzerine bırakılmış bir tek zar.. Hepsi bu..
Ama gelmişti işte.. Telaşlıydı.. Kalbimin sesini duyabiliyordum.. Karşımdaydı işte.. Aynı yorgun , soluk yüz.. “Nerde” diye sordu? Duymak istediğim bu değildi.. Beni hatırlamamış olması imkansızdı.. O halde neden küçücük bir tepki yoktu gözlerinde.. Gözleri sadece bakıyordu ve öylece gözlerimin içinden kayıp ,arkamdaki boşluğa düşüyordu..
-Kim?
-Patronun nerde.. Onu bul bana.. Hemen..
Sesindeki buyurganlık, insanı nasıl da edilgen kılıyordu.. Odasına gidip patronu çağırdım.. Kaybedenler kraliçesi adını duyunca gözlerinde gördüğüm parıltıyı izah etmem mümkün değil.. “Nihayet” dedi, belli belirsiz..
Oyun salonunun en ücra masasında bekliyordu.. Patronu görünce ayağa fırladı.. Neydi bu telaş.. Bir yere yetişmenin telaşı mı? Yoksa yine mi gidecekti.?
-Kraliçem, sizi görmek ne güzel.. Geleceğinize olan inancımı hiç kaybetmemiştim inanın..
Patronun yüzünde sefil bir sırıtış vardı..Bir alay belki de.. Bilmiyorum..
-Kaybettiklerimi geri almaya geldim.
Doğru mu duymuştum.. O , kaybedenler kraliçesiydi.. Ve kazanmaya gelmişti bu defa.. Neden?
-Yani kazanmaya öyle mi?
- Evet..
-Aynı şekilde mi?
-Hayır bu defa kartlar
-Hay hay.. Nasıl isterseniz… Yalnız oyuna başlamadan masaya süreceğiniz şeyi görmeliyim.. Bilirsiniz burada kimseye kredi kullandırmayız.
-Elbette. Merak etmeyiniz.. Yalnız masaya koyacağım şeyin kıymetini düşünürsek, her 5 kese için oynanacak her oyun..
-Tamam.. Ama önce şu çok kıymetli hazineyi bir görelim.
Siyah pelerininin cebinden siyah küçük kadife bir kutu çıkardı..
-İşte bu..
İçinde ne olduğunu bilmiyordum.. Ama belli ki patron ne olduğunu biliyordu.. gülümsedi.. Başı ile işaret edip , keseleri getirmemi istedi.. Keseler masanın üzerinde belki 100 belki daha fazla.. Kraliçe, cebinden bir deste kağıt çıkardı.. Patron kağıtları karıştırıp, kesmesi için uzattı ona.. Eldivenleri… Eldivenlerinin içindeki , küçük parmakları..
-Kupa Valesi..
Ve kartlar karşılıklı açılmaya başladı: sinek iki, maça on, karo papaz, kupa as… Nefesler tutulmuştu.. Son kozunu oynayan kadının yüzünde bütün ifadeler donmuştu.. Ve nihayet Kupa Valesi.. Kazanmıştı…Yüzünde hiç görmediğim bir ışık göründü bir an.. Kupa valesine aşkla baktı.. Kupa valesi de O’na…
Ve yeni oyun..
-Kupa Valesi….
Maça kızı, karo sekiz, sinek yedi, kupa beş, kupa iki,maça dört, sinek dokuz…… Ve Kupa valesi yine Kraliçenin kollarında…
Bir daha, bir daha..
Her seferin de dönüp ona sarılan Kupa valesine aşıktı O.. Kupa valesinin yüzünde çapkın bir gülümseme.. Kazanıyordu.. Kaybedenler kraliçesi kazanıyordu..
Bu akşamlık yeterli dedi patron.. Hayatım boyunca gördüğüm en küçük ellerin bir aslan pençesine dönüştüğünü gördüm.. Patronun yakasına tek eliyle yapıştı.. Dişlerinin arasıdan, nefretle fırlayan bir cümle : “Bu iş bu gece bitecek
Patronda aynı arsız sırıtış..
-Bilirsiniz ki bu oyun iki kişilik bir oyun.. Sizinle oyuna devam edeceğim. Yalnız bunun karşılığında isteyeceğim şeye hayır demeyeceğinizin sözünü almalıyım..
- Anlaştık…
Ve oyun devam etti..Kupa Valesi ona aşık kadına her defasında sarıldı.. Her kazandığı kese, Kaybedenler Kraliçesini yüzüne ekleniyordu.. Bir çocuk tebessümü, bir genç kız bakışı, bir ihanet acısı ne varsa.. Hepsi ait olduğu yeri alıyordu o solgun çehrede..
Nihayet keseler bitti.. Kraliçe kendine ait olan her şeyi geri almıştı.. Ters giden bir şey vardı.. Bunu hissediyordum .Gitmek üzere kalkacakken,patron “son bir oyun” dedi.. “Kadife kutunuza karşılık, sahip olduğum her şey”
Kraliçe verdiği sözü tutmalıydı.. Son kez kupa valesi dedi… Kartlar açılıyordu son kez.. Deste nerdeyse bitmek üzereydi.. Ama kupa valesi hala gelmemişti.. Bir kart , bir kart daha.. Ve kupa valesi.. Bu defa Kraliçenin kollarında değil, patronun yanındaydı.. Yüzünde aynı çapkın gülüşle bakıyordu kadına..
Kadının yüzü kaskatı kesildi.. İhanet etmişti.. Kupa valesi O'na ihanet etmişti.Hem de her şeyi kazandığını düşünürken.. Kupa Valesi .. Fena yaralanmıştı bu defa.. Hiç bir şey söylemeden kalktı.. Desteyi toplayıp cebine koydu. Yüzünde sadece acı vardı.. Sadece acı.. Kapıdan çıkmak üzereyken yetiştim O’na.. Önüne geçip yüzüne , gözlerine baktım.. Gözlerime baktı..
Gitme” diyebildim sadece.. Oysa o çoktan gitmişti.. Söylediğim hiç bir şeyi duymuyordu..
Arkasından sesleniyordum, sesim çıkmıyordu.. Birden döndü. Cebindeki desteyi çıkarıp gelişi güzel bir kağıt çekti.. Bana uzattı.. Ve büyülü sesinden duyduğum son cümleyi söyledi : “Sakın Ona güvenme
Peşi sıra baktım karanlıkta kayboluşuna..

Elimde bir Kupa Valesi..

Kupa Valesinin yüzünde aynı çapkın gülümseyiş.

kaybedenler kraliçesi-1-

Burda çalışmaya başladığımın ilk günüydü.Masalar yavaş yavaş boşalmaya başlamıştı. Kazananlar yüzlerinde aç gözlü bir gülümseme, kaybedenlerse "yarın mutlaka" diye söylenerek yavaş yavaş kumarhaneyi terketmekteydiler. Mekancı saate baktı, nereseyse dörde geliyordu. "Birazdan gelir" dedi kendi kendine.
-Kim?
-Kaybedenlerin kraliçesi.
-Kaybededenlerin kraliçesi mi?
-Gelince görürsün..
Bir kaç dakika sonra kapı açıldı. Şimdiye kadar gördüğüm en yorgun yüzün sahibiydi gelen. Kadın olduğunu masaya yaklaştığında ancak farkedebilmiştim.Hoyratça kırpılmış saçları ve çelimsiz bir oğlan çocuğunu andıran vücuduyla, ayaklarını sürüyerek masaya ulaştı."Erkelere mahsus" bu mekanda gördüğüm tek kadındı.
-Ama,, Bu bir kadın..
-Şşşşttt.. Sakın müdahale etme..
İçeri girdiği andan itibaren bütün gözler ona mıhlanmış gibiydi. Zar, pul, kağıt ve diğer tüm sesler donmuştu. Masaya oturmasıyla beraber meraklı bakışların sahipleri, bir büyünün esrarına çekilenlerler gibi halka oluşturdu çevresinde.
Gözlerimi yüzünden alamıyordun. Aynı anda bu kadar tezat ifadeleri yüzünde birleştirmeyi nasıl başarabilmişti. Çocuk değildi, kadından eksik, erkekten fazla, öfkeli ama bir okadar merhametli, çaresiz ama bir o kadar muktedir.
Ürperti.. Evet, tek hissettiğim buydu.. Biraz sonra Tanrılar için kurban töreni başlayacak gibiydi.. Neden böyle düşündüğümü bilmiyorum ...
Siyah pelerininin çebinden, kadife bir örtü çıkarıp masaya fırlattı.. Örtü açıldı.. Bir zarın açılmış görüntüsü... 1'den 6' ya kadar sayılar.. Neredeyse parçalanmak üzere olan bu garip örtüye hiç bir anlam verememiştim.
Bir sigara yaktı ..Elleri siyah eldivenin içinde o kadar küçüktü ki.. O an o elleri görebilmek için bir haftalık yevmiyemi feda edebileceğimi düşündüm..
Mekancı güçlükle duyabileceğim şekilde fısıldadı:
-Sadece 3 oyun.Tek başına.. Ve yine kaybedecek...
Ceplerinden beş kırmızı kese çıkardı. Ve her birini özenle yerleştirdi.
1-5-2-3-6 .. Sadece 4 ü boş bıraktı.
Avuçlarının içinde birden beliriveren zara baktı.. Tek bir zar.. Bu nasıl bir oyundu.. Kime karşı oynanıyordu.. 5 sayıya kese bırakılmıış, biri boş.. Hiçbir şey anlamıyordum.
Mekancı ile göz göze geldiler.Sigarasından derin bir nefes çekti.. Zarı kadife örtünün üzerine fırlattı. 2....
sessiz kalabalıktan " Ooooooo" sesi yükseldi.
Mekancı örtünün üzerindekileri toparladı..
Tekrar beş kese... 2-6-1-4-3. Bu defa 5 boşta.. Zar tekrar atıldı.. 4...
Örtüdekiler toplandı.. Ve 3. oyun.. Keseler 5-4-2-6-1 e yerleşti.. 3 boşta .. Zar atıldı..6..
Her defasında sessiz kalabalık mucizenin gerçekleşmesine hayret edercesine " Ooooo" diyordu..
Mekancı örtüdekiler topladı.. Yüzünde sevinç yada üzüntü belirtisi bir ifade aradım. Yoktu.. Ve içeri girdiği gibi ayaklarını sürükleyerek çıkıp gitti.
Bu oyun günlerce sürdü.. Günlerce geldi ve her defasında cebindeki beşerden toplam onbeş keseyi bıraktı ve gitti.
Kimdi ,ne yapmaya çalışıyodu bunları öğrenmek arzusu ile çıldırıyordum..
O gace de sabaha karşı geldi ve kaybetti.. Peşi sıra çıktım .. Olanca sessizliğimle onu takip ediyordum.. Bu esrarı çözmekle memur edilmiş gibi hissediyordum kendimi.. 4 katlı köhne apratmanın kapısından içeri süzüldü, ben de peşinden.. Işıkları bile yakmadan ilerliyordu.. Merdivenleri karanlıkta çıkabilme ustalığını edinmişti.. 3.katta bir daire kapısı, sessizce açıldı.. Kapıyı arkasından açık bırakması garipti..Öylece kaldım.. Kanımı donduran bir ses ile adeta emretti:
-Gir..
Yakalanmış bir hırsız gibi huzursuz olmuştum..
-Farkettin demek. diyebildim
-Biliyordum.
-Kimsin sen?
-... Merak ettiğin bu mu?
-Bu ve bir de...
-Kimim ben.. Hiç kimse.. yada herkes.. Bilmem.. Farkeder mi..
-Peki şu oynadığın oyun..
Gözlerinde korkunç bir öfke ile döndü..
-Oyun mu.. Ben oyun oynamam.. Hem de hiç.. Kumar...
-Kime karşı?
-Kendime..
-5 sayı dolu sadece biri boş.. Neden hepsine oynamıyorsun.
Alaycı bir ifade ile, isteksizce cavapladı..
-Kaybetme ihtimalini sıfırlarsan kumar olmaz ki..
-Madem şansına bu kadar güveniyorsun , o halde neden tek sayıya oynamıyorsun?
-O zaman da zarın itaatini neye imtihan edeceğim.
-Peki ya keselerin içindekiler.. Onlar ne?
- Anlar.. Anılar.. Dün.. Bugün.. Gelecek..
-Peki bu kadar kaybetmekten korkmuyor musun..
Hiç birşey anlayamamama hayret bile etmeden baktı yüzüme..
-Korkmak mı.. Kaybetmekten mi.. Kaybetmekten korkan bir kumarbaz gördün mü sen...
Bu gece boyunca son konuştuğumuz cümle oldu..
Birden bütün ışıklar söndü.. Alkolün mü yoksa başka birşeyin mi etkisiyle bilinmez kendimden geçmişim. Belli belirsiz hatırladığım tek şey yatakta dönüştüğü şeyin şimdiye kadar görmediğim ve hissetmediğim bir şey olduğuydu..Bilmediğim bir tad, garip bir ürperti.. Bu sevişmek değildi.. Sevişmek böyle birşey değildi.. Bunun adı neydi.. Bütün bunların anlamı neydi? Kimdi? Yoksa aklım bana garip oyunlarından birini mi oynuyordu.. Bu hal kaç saat yada gün sürdü bilmiyorum. Kendime geldiğimde, devasa bir yatağın içindeydim.. Siyah pelerini ile gitmek üzere hazırlanmıştı.. Yataktan doğrulup ardından seslendim:
-Nereye?
Döndü .. Yüzünü son görüşümdü...
-Kaybetmeye...
Bir daha mekana gelmedi.. Bir daha o köhne apartman dairesine de gelmedi..
O gece rüyamıydı ,gerçek mi asla bilinmedi.

27 Ağustos 2009 Perşembe

Dîl'im dönmüyor..

Sen, ne kadar da kolay söylüyorsun bu cümleyi :

"UMURUMDA BİLE DEĞİLSİN"

Defalarca denedim..

Dîl'im dönmüyor bir türlü..

Bağışla...

DÎL Bilgisi..


Fiillerimiz sadece "sesteş "ti..

Sen aşkını susuyordun..
Ben aşkına susuyordum..

Sen aşkımı yoruyordun..
Ben aşkına yoruyordum..

Sen aşkıma kanıyordun..
Ben aşkına kanıyordum..
Ben bir de aşkımı kanıyordum..

----------------------------------------

Keşke "Sesteş" yerine "işteş" eylemlerimiz olsaydı diyorum..

Susuyorum..
(Bu fiil hangi anlamda kullanılmıştır diye sormuyorum..)

Ram/azan sofrası...


Soru basit :
Yukarıdaki sofra ne sofrasıdır?

a) Ramazan sofrası
b)Ziyafet Sofrası ( ki ben firavun sofrası ifadesini daha yaraşır bulurum)

Cevabı (a) şıkkı olanların yaşadığı bir ülkede biz daha oruç sevişerek açılır mı?, öpüşmek orucu sakatlar mı? gibi salakça şeyleri çok tartışır dururuz..


Hatırlatma : İsraf haramdır..

26 Ağustos 2009 Çarşamba

infazımı yakarsan...

Sen , bana infazımı yaktıracaksın korkarım..

Ama yakmaya bir başlarsam...

İnfazdan sonra sıra bana gelir..

Ben den sonra da sana..

.....

...

Uzak dur!

azar..

"Bütün dertler gece olunca azar" derdi eskiler.
Dertler, gece olunca azardı..
Gece, başlı başına AZARdı zaten, hâlâ hesabını görebilen ruhlar için.

Öylece dikilip karşısına hesap sorardı insana..
Suratının ortasına tükürüverirdi en okkalısından.
"Sen de adam mısın" diye başlardı konuşmaya..
İnsanı,
İnsanlıktan zerre nasibini alanı yerin dibine sokardı..

Bütün dertler gece olunca azardı..
Gece olunca sarardı hastalıklı ruhları bir ateş..
Sıtmaya tutulmuş gibi titrerdi ,yorganını dişleyenler
Duvarlar, bütün ağırlığıyla üzerine devrilir,
Eski kelimeler, hep bir ağızdan konuşmaya başlardı..

Kapı çarpardı birden,
Birşey terk edip giderdi ,bütün sefilliğimizle bırakıp bizi.
HUZUR derdik adına çekip gidenin..
Baş başa kalırdık cinnetimizle..

Yaşlı bir fahişe gibi , arsızca uzanıverirdi yatağımıza hesabımız..
Bilmediklerimizden sual olunmasak da,
Bildiklerimiz yeterdi hesabımızın görülmesine..
Kan ter içinde kalırdık..
Kendi çığlıklarımızda sağır olurduk da..
Bir karabasan tutardı sesimizi ,duyuramazdık..

Kezzap akıtırdı gözlerimiz..
Göz çukurlarımızdan akıverirdik beyaz çarşafa,
Yaş ,ter,kusmuk,irin olurduk..
En ağır kokularımız dolardı odaya..
Kendimizden tiksinirdik.
Kimsenin bilmediği hallerimizle,
Cinayetlerimizle yüzleşirdik.
Örtünecek bir anne kokusu arardık..
Sonra,
Artık o kokunun bile ne kadar yabancısı olduğumuzu hissederdik.
O rahimden düşen paklığın,
Nasıl bir pisliğe dönüştüğüne bakardık aynada,
Ve içimizde kalmışsa bir parça insanlık; UTANIRDIK..

Bütün dertler gece olunca azardı..
Gece, başlı başına AZARdı zaten hâlâ hesabını görebilen ruhlar için.

25 Ağustos 2009 Salı

bAŞKa..

Ben,

Yerine koyacak b
AŞKa bir kelime ararken

Sen,

Gelip gidip dilime dolanıyorsun..


Atları da vurdular.. Sırada ne var?


Artık eskisi kadar öfkelenmiyorum , bir şekilde TV ye çıkıp, saçma sapan yarışma programlarında boy gösteren tiplere.. Hak vermesem de alıştım yada kabulendim diyelim , insan denen mahlukun üç beş kuruş adına kendini ahmak durumuna düşürmeyi göze alabildiğine.. Şahsiyetine bir bedel biçebilen insanlar olabiliyor demek ki..

Uzağa gitme, satınalınabilirlik ,sadece bizim gibi sıradan insanlara mahsus bişey de değil hem.. Adı, kendinden büyük satılmış binlercesi, hergün ,o yada bu şekilde hayatın sahnesinde salına salına yürüyor nasılsa..

Seyrederken, yüzümün kızardığı saçmalıklar bilirim.. Ciddiyim..İnsan kendisine bunu nasıl yapar diye hayretler içinde kaldığım kepazelikler..Bizi, çeke çeke indirdikleri çukurun derinliğini anlatmak değil niyetim..

Aslında bu yazıyı yazmamın tek sebebi, yayına girmeye hazırlanan yeni bir yarışma programı.. Yine uzun gereksiz girişler ve dağılmak üzere olan bir konu.. Bu da böyle olsun sevgili okur.. Afffediver bu seferlik..

Yarışmanın adını hatırlamıyorum, hangi kanalda olacağını da.. Tanıtımına, kanallar arasında belki kayda değer bir şey bulurum umuduyla gezindiğim sırada rastladım..

Film malum.. Hani izlemeyeni neredeyse yok gibi, izlemeyenler bile konusu hakkında fikir sahibi en azından : ATLARI DA VURURLAR..

Çaresizliğin ve yoksulluğun insanı, getirebileceği nokta.. O çaresiz insanların umutlarının pazarlanışı..İnsan vasıflarının birer birer yok oluşu..Birilerinin bu can pazarının kaymağını yiyişi.. Hiç bir akbabada göremeyeceğiniz vahşet...

Yarışma , insanın çaresizliğini pazarlaması üzerine kurulu.. Beş kişilik bi akbaba sürüsü oturacak karşınızda.. Ve siz, ne kadar çaresiz ve zor durumda olduğunuzu, lutfedecekleri sadakaya ne kadar ihtiyacınız olduğunu anlatacaksınız onlara.. Gerekirse ,ikna etmek için göz yaşı dökeceksiniz.. Bütün mahremiyetinizi milyonların önünde ifşa edeceksiniz.. "Yalvarırım" demeden yalvaracaksınız.. Onlara, tuhaf bir masturbasyon yaşatacaksınız bu sefil halinizle..
Sizin bu zavallı ve çaresiz durumunuz, onların nefsini coşturacak belki de "hadiii daha çok yalvar" diya çığlık atacaklar inlerken.. Ekranın karşısında, sizin gibi bir sürü insan, sizi izleyecek.. Kimi halinize ,samimiyetle ağlarken, kimi de "ahh şimdi orda ben olsam nasıl daha güzel yalvarırdım" diye iç geçirecek..
Eğer ,o akbabalardan en az üçünü insafa getirebilirseniz, size ihtiyacınız olanı verecekler.. Butlarındaki eti yalayıp yuttukları kemikleri önünüze atar gibi..

Neler oluyor ?
Farkında değil misin?
Size dilenciliği öğretiyorlar..
Sizi dilenciliğe davet ediyorlar...
"Fakir ama gururlu" ifadesi de mi sadece bir türk filmi repliği oldu yoksa..
Ve seni, milletin önünde zavallı durumuna düşüren o akbabalar, her defasında senin önüne attıkları kemiklerin kat be kat fazlasını ,üstelik butlarındaki lezzetli etlerle birlikte geri alacaklar...

Aklım almıyor..
Hala almıyor..
İyi ki de almıyor..

Ne olursunuz, bedel biçmediğiniz birşeyiniz kalsın hayatta..


24 Ağustos 2009 Pazartesi

kuralsız cümlem...

SENİ SEVİYORUM...

Bu cümlem, kabul görmüş kurallar içinde sadece imlâ kurallarına uyuyor..

Ve bu, umurumda bile değil..


Hatta ona bile uymasa da olur...

SENİ SEİYORUM...





Yol(cu)luk....

Burnunu otobüsün camına dayamış, hızla yanından geçen yola bakıyordu ,öylesine.. Arada ,nefesinin buharıyla buğulanan camı, eli ile silip boş gözlerle bakmaya devam etti yola..
Yol karanlık.. yol ıssız.. Yol kimsesiz..

Dakikalarca bir mucize bekledi.. Bir küçük mucize.. Otobüs, kırmızı ışıkta durmalıydı.. Trafik ışığının altında bir çift göz olmalıydı.. Şehir, bir anda o gözün rengine boyanmalıydı.. Bir an, sadece bi tek an bile olsa o güzü görebilmeliydi.. Gözü(m), göz(ün)e, değebilmeliydi.. O bir tek an da, binlerce şey konuşabilmeliydi/k ler..

Olmadı..

Çünkü bu, burun kıvırdığığımız saçma sapan bir Türk filmi değildi.. Bu sahneler, hayatın sahnesinde sergilenmezdi.. Hayatın karesindeki tek görüntü, hızla akıp giden bir yola, öylesine bakan bir kadının yüzü olurdu.. Yüzü ve yüzündeki hüzün..

Otobüs hiç bir ışıkta takılmadı.. Zaten takılıp kalsa da, altında bekleyecek bir çift göz yoktu nasılsa.. Ama insan.. Hani itiraf etmese de.. Hani sussa da.. Hani kendi içinde binlerce onbinlerce dövüş kavgadan arta kalan iflah olmaz yanıyla "ahh be " diyordu.. "Ne vardı olsaydı."

Bencilceydi..Bu kadar bencillik hakkımıydı umursamadan, alabildiğine bencilce bunu istiyordu..

Olması..
Süveyda..
Uğruna bütün infazları yakabilmeyi göze aldığı bir Süveyda'sı olabilmesini ve bu şehirden giderken peşinden "Gitme!" diye bağırabilmesini ne kadar isterdi..

Hayat..
Kurgusu, hikaye yada şiir kadar ellerimize bırakılmış bir kelime yığınından çok öteydi..

Ve kadın burnunu otobüsün camına yaslayıp, yanından öylece akıp giden yolu izledi..
Yüzündeki hüzünü, kimse görmedi..

vuslat..

Sevgili..

Sana geldim..

Bana yeniden sarılabilir misin..

Hiç gitmemişim gibi..

Biliyor musun,

Sadece ayak izimi alıp gitmişim..

Anladım..

19 Ağustos 2009 Çarşamba

susssssssssss

Ö........ ....ıvr........du................. l
......n....e..k.....a...p......r.........üm..e
......c..............nı..............du..c..........ler.

Ar dın dan par ça lan dı he ce ler..

v.......s.......b.......b.......d.......h .
e.......o.......i........i........ö....... a .
........ n......r....... r.......k........r .
.........u........................ü........f .
.........n........................l..........l
.........d........................d........e
.........a........................ü........ r


Dilime aşina bir SUSmak kaldı...
Söz b/itti...

Söz y/itti

S/öz g/itti...

putları kırmak zamanı ...

Aşk, bitince..

Kendi yaptığı ve sonra taptığı putlarını kıran ilkel kabile insanına dönüşür insan..

Ne korkunç bir öfke nöbetiyle kendinden geçiş halidir..

Kırmak..

Parçalamak..

Yok etmek...

Her bir parçası bir kenara savrulanlar fısıldar sessizce :

Bana tapmanı istememiştim ki....


gözyaşı(nı) eğiren kadın...



O’nu ilk, kasabada her Perşembe kurulan kumaş pazarında gördüm. Çiçek tarlasını andıran rengârenk kumaş tezgâhlarının arasında fark edilmesi en güç olandı onunkisi. Aslında , tezgâhı bile yoktu. Kocaman gösterişli tezgâh ve onların arkasındaki yırtıcı kadınların arasında, küçücük bohçasını açmış sessiz sedasız bekliyordu.

Yaşını tahmin etmek neredeyse imkânsızdı. Küçük bir çocuğu andıran bedenine rağmen, yüz yaşındaymışçasına yorgun bakan simsiyah gözleri vardı. İhtiyar bir kız çocuğuydu adeta. Önünde açılı bohçanın içinde özenle katlanmış göz alıcı parlaklıkta siyah bir kumaş vardı.

Kasabaya gezmeye gelen turistler, tezgâhların arasında el dokuması yöresel kumaşlardan alabilmek için birbirini eziyordu adeta. Satıcı kadınlar arasında müşteri yüzünden çıkan ağız dalaşları sokağı inletiyordu.. İnsanlar, önünden öylece geçip gidiyor, kimse Onu fark etmiyordu.

Tam Ona doğru birkaç adım atmıştım ki ; genç bir adam hızla yanına sokuldu..Eğilip, bohçadaki kumaşı özenle açtı.. Kumaş, siyah üzerine beyaza çalan sarı ile dokunmuş hilal motifi olan ufak bir parçaydı..Genç Adam , kadının kuşağına eğilip bir şeyler söyledi. Sonra kumaşı alıp gitti. İçimde karşı koyamadığım bir merak uyandı. “Kimdi bu adam?” “Bu kadın.. Neden bohçasında bir tek parça kumaş vardı?” “Bu adam kumaşı alırken neden para vermemişti?” “Kadının kulağına ne söylemişti?” Beynimde bütün bu sorularla, ayaklarının üzerinde adeta süzülen o “ihtiyar kız çocuğunun” peşine takıldım.

Kasabanın çıkmaz sokaklarından birinde, tek katlı bir evde bitti takibim.. Hava kararıncaya kadar uzaktan evi izledim.. Merakımda zerre kadar azalma yoktu. Hava kararıp, evin ışığı yanınca usulca evin alçak penceresine yaklaştım. Penceredeki incecik tül içeriyi görmeme izin veriyordu..

Kadın , odaya geldi, çıkrığını eline aldı.. Etrafta eğirip ip yapabileceği hiç bir şey görünmüyordu..O an inanılmaz bir şey oldu.. Bir mucize.. Kadın ince ince ağlamaya başladı. Yanaklarından süzülüp , çenesinden çıkrığa düşen yaşlar şeffaf ipek ipliklere dönüşmeye başladı.. Bu ihtiyar kız çocuğu , göz yaşlarını eğiriyordu.. Bir masal dünyasına düşmüş gibiydim.. Saatlerce ağlayışını ve yaşların ipek iplere dönüşmesini izledim..Gün ağarıyordu.. Gitmeliydim.. Ertesi akşam aynı saatlerde devam etti mucize..Üç gece boyunca kadın, saatlerce ağladı, göz yaşlarından ipek iplikler eğirdi. Dördüncü gece, yorgun ayaklarını sürüyerek dokuma tezgahının başına geçti..Titrek elleriyle kumaşını dokumaya başladı.. Güvercin kanadı elleri, tezgahın üzerinde hareket ederken, bir yandan da mırıldandığını fark ettim..Ne söylüyordu? Ne anlatıyordu?

Ve ikinci mucizeyle titremeye başladım.. O şeffaf ipek iplikler, kadının dokunuşuyla renk almaya başladı.. Yine aynı parlak siyah kumaş üzerinde belirginleşen tek bir motif.. Bir…

O Perşembe Pazar yerine gittiğimde, kumaşı almayı kafama koymuştum.. Ona yaklaştım.. Cebimdeki bütün parayı bohçanın üzerine bıraktım.. Hiç bir şey söylemeden yüzüme baktı.. Bakışlarında öfke, acı, küçümseyiş, birbirine geçmişti sanki..Eğilip, bohçanın üzerine bıraktığım paraları toparlayıp bana uzattı.. “Ama neden?” dedim.. Sustu.. Başını yere eğip sadece sustu.. Bir kaç dakika geçti geçmedi, aynı genç adam yine geldi.. Kadının kulağına bir şeyler fısıldadı.. Az önce acı ile bakan gözlerden, bir an sadece bir an belli belirsiz bir ışık gelip geçti. Genç adam kumaşı alıp uzaklaşıyordu.. Kumaşın sırrını öğrenmiştim, peki ya bu adam… Peşine düştüm.. Kumaş pazarının çıkışında omzuna dokundum..Döndü, gülümsedi.. Sanki geleceğimi bilircesine bakıyordu.. Hiç bir şey sormama gerek kalmadan anlatmaya başladı : “Kumaşı neden size değil de bana sattığını, daha doğrusu neden bana verdiğini merak ediyorsunuz değil mi?.. Dinleyin.. Yıllar önce, kasabamıza geldiğinde , insanlar onun deli olduğuna hükmetmişti.. Sokak sokak gezip hikayeler anlatırdı.. Meraklı ve acımasız kasaba halkı anlattığı hikayeler deli saçması gözüyle bakar, alay ederdi.. Düşünün, göz yaşları içinde anlattığınız hikayelere kalabalıkların kahkahalarla gülmesi ne acıdır.. Onu takip etmeye başladım.. Aylarca.. Zamanla hikayelerindeki sembollerin anlamını kavradım.. Aslında ne anlattığını.. Bir gün hikayesini anlatırken onunla birlikte ağladığımı fark edip yanıma sokuldu, kulağıma eğildi.. Sağol dedi.. Sadece sağol.. Onu anladığım için sağol dedi bana..”

Birden sustu.. Derin bir nefes aldı.. Elindeki kumaşa bakarak anlatmaya devam etti : “ Derken birgün pes etti.. Anlatmaktan vazgeçti..Evine kapandı bir süre.. Sonra bir gün bu kumaşlarla gördüm Onu kumaş pazarında.. Satmıyordu.. Kumaşlarını, o kumaşları dokurken anlattığı hikayeleri anlayana veriyordu sadece.. Hikayesini anlayana, kumaşını vererek sağol diyordu.. Şimdi anladınız mı kulağına söylediğim şeyin ne olduğunu..”

Susma sırası bendeydi.. Böylesine bir iç içe geçmişliği ilk defa görüyordum.. Kendime hakim olamayıp sordum :

-Peki bu kumaşın hikayesi

Gülümsedi..

-Birgün ,Onun dilini çözebildiğiniz gün.. Onu anlamak için benim kadar emek verdiğiniz gün, bu sorunun cevabını biliyor olacaksınız.. Ama o güne kadar… Çok üzgünüm..

Anlıyordum.. İçimde ufacık bir sitem yoktu.. Bu sırrı kavrayan genç adama hayranlıkla baktım sadece..O günden beri, dilini öğrenmeye çalışıyorum bu ihtiyar kız çocuğunun.. Belki bir gün.. Belki bir gün elimde siyah üzerine tek bir motifin olduğu bir kumaş olacak..Ogün size o hikayeyi anlatacak mıyım?. Hiç sanmıyorum..

18 Ağustos 2009 Salı

süveyda


Sana bunları anlatmalıyım Süveyda!
Seni, bu kabusa ortak etmeliyim..
Tıkama kulaklarını işit!
İşit ve acı çek Süveyda..
Benim gibi...

Bilir misin sana rağmen,
senin olmayı..
Ben bilirim Süveyda..
Islak yatağından ansızın uyanıp,
"Gelme" diyen peşine takılmayı,
Bırakıp öylece cansız ceseti,
Can'ı karanlıklara fırlatmayı..

Süveyda!
Hiç yağmur yağdırdın mı sen?
Göğün memesinden rahmet sağdın mı?
Bir yanını ateşe râm ederken,
Bir yanını aklınla akladın mı sen?

Göğe uzattığın ellerini,
Bıraktı mı birden bire melekler..
Ve sen, Süveyda..
Hiç düştün mü
Yüksekler yükseğinden,
Dibin dibine..

Süveyda,
Sana bunları anlatmalıyım..
Perdeler çekilip
Yüzün düşünce odama,
Utanıp yüzümü kapattığımı,
Yine de aralayıp parmaklarımı,
Gözlerinin seyrine daldığımı..

Hakikat nedir, bilir misin Süveyda?
Ya rüyanı bozan bir damla kanı..
Ve benim rüyalarımın,
Kendi kanımla sonlandığını..

Beni tutan ellerin,
Beni boğan ellerin,
Ellerin olduğundan haberin var mı?
Haberin var mı saçlarımı yaktığımdan..
Sayfalarca yazıp yırttığımdan,
Bırak söylemeyi,
düşünmenin bile hesabından,
Nasıl korktuğumdan,
Haberin var mı?

Süveyda!
Olmazı oldurmak hülyası,
Ne ince bir azaptır bilsen..
Dilsiz çığlıkların olur o zaman..
Bir yılana dönüşür gölgen..
Kendini ısırırsın..
Zehrini kendine akıtırsın..
Kendi canını yakarsın Süveyda...
Yine de iflah olmazsın..
Yeni ölümlere doğurursun kendini her sabah..

Sana bunları anlatmalıyım Süveyda!
Seni, bu kabusa ortak etmeliyim..
kalbimin orta yerindeki bu lekeyi..
Büyütmeli...
Büyütmeliyim..
sonra, söküp onları ellerimle yerinden,
Senin ellerine vermeliyim..
Ağlamalısın..
Ömründe ilk kez ağlamalısın..
Ben, alıp başımı gitmeliyim sonra..
Beni, öylece avuçlarına bırakıp gitmeliyim..

Ve sen, Süveyda!
Bir defa olsun..
Bana "Gitme" demelisin..

Süveyda bana "Gitme" demelisin..

Ve derken(ar)..


Ve derken;
Yağmur yağar..
Suya düşürür cebindeki son umudu bir çocuk,
Sokar elini, dirseğini aşan suya,
Arar ...
Bulamaz..
Geçemez cılız parmaklar mazgalın demirlerini..
Tutar demir parmaklıklar..
Deniz tutar..
Deniz tutar ve yutar..
Son kuruş gibi son umudu da..
Bir çoçuk,
Yüzünü döker yağmura ..
Ağlar..


Ve derken;
Yağmur yağar..
Vapur iskelesinde bekler bir kadın..
Lodos sarhoş eder şehri..
Şehir sarhoş..
Kadın sarhoş..
İptal edilir bütün seferler..
Uzaktan nispet yapar kız kulesi..
Martılar, uğulsuz bir çığlık bırakır kadına..
Bir kadın,
Yüzünü döker yağmura ..
Ağlar..


Ve derken;
Yağmur yağar..
İlikleri suya kanar bir adamın..
Hiç bir kapıyı açmaz cebindeki anahtarlar..
Anahtarlar kilitsiz..
Kilitsiz anahtarlar..
Vapur iskelesi uzaktır..
Üstelik dedik ya,
İptal edilmiştir bütün seferler..
Tabanları patlayasıya yürür şehri..
Kaldırıp yakasını..
Bir adam,
Yüzünü döker yağmura ..
Ağlar..


Ve derken;
Yağmur yağar..
Silinip gider ayak izlerin..
Koşarım,
Yönü bilinmeyen peşinden,
Bütün karaltılar pusuya dönüşür..
Düşerim..
Kanar şiirlerim..
Islanır düşlerim..
Cebimdeki son kuruşu yutar deniz..
İptal edilir bütün seferler..
İliklerim kanar suya...


Ve derken;
Yağmur yağar..

Yüzümü döküp yağmura..
Ağlarım..







17 Ağustos 2009 Pazartesi

sence ben?

İkna edici bütün cümlelerimi suya bırakıyorum.. Biliyorum ki, bütün büyüler suya bırakılmalıdır. Ve her ikna etmeye yönelik cümle , büyüdür aslında.. Bütün cümlelerimi suya bırakıyorum ve mürekkebin suda çözülüşünü izliyorum.. Yada kağıdın eriyip kayboluşunu..
Her cümle bir büyüdür , insanlar arasında.. Ve ben yaptığım bütün büyüleri bozuyorum.. Hakkımdaki kanaatlerini , kırlangıçlar gibi özgür bırakıyorum şimdi.. İstediği dala konsunlar diye.. İstedikleri gibi, göğün mavi beyaz yüzünde oynaşabilsinler diye onları serbest bırakıyorum..
"Yanılıyorsun", "sandığın gibi değil", "beni yanlış anlıyorsun" vs.. ile başlayan cümlelerimin üzerine dokuz düğüm atıp susuyorum..
Yanılmıyosun..
Ve evet sandığın gibi..
Ne kadar da doğru anlamışsın beni..
Susuyorum..

Ne zaman birini ikna etmeye çalışsam, onu kandırıyormuşum hissine kapılıyorum.. onun fikirlerini, bir kaç cümle ile eğip bükmek, değiştirmek ,dönüştürmek ve sonunda kendi istediğim bir şekle sokmak.. Bunu istediğimi mi sanıyorsun? İkna, bir mesele hakkındaki oluşmuş kanaatini yani iradeni değiştirme çabası değil mi? Halbuki inanmak.. İnanmak, keyfidir.. İnanırsın yada inanmazsın.. inanmak, gerekçelere bağlı değildir.. Dil dökmez, yalvarmazi,izah etmez.. İnanmak, seni ve aklının iplerini sana bırakır.. O sadece olur.. Sen, bakarsın, görürsün, izlersin.. Ve oluşan kanaatinle hükme varırsın.. İnanmazsın belki ama bu inanmayış bile, dil dökülerek kazanılmış bir iknanın zaferinden daha onurlu bir yenilgidir..

Herkes, ellerinde adına ahlak, din, örf vs. dedikleri DOĞRU CEVAP ANAHTARLARI ile gelir.. Sonra o anahtarı sizin cevaplarınızın üzerine koyar.. doğrularınızı sayar, yanlışlarınızı yargılar.. Biliyor musun,bütün sorulara belki her cevap anahtarına uygun şıkları işaretleyebilirim.. İnan bana bunu yapabilirim.. Ve inan bana ruhun bile duymaz.. Herkese, harika görünebilirim.. En doğru insan olabilirim..
Doğru..
Sahi doğru ne?
Kimin doğrusu?

İkna eden bütün cümlelerimi suya atıyorum..
Bunu ne düşündüğünü umursamadığım için değil, tersine ne düşündüğünü umursadığım için yapıyorum.. Evet, ne düşündüğünü merak ediyorum..O yüzden, zihnini özgür bırakıyorum.. dilediğin gibi düşün.. Sen, o, diğerleri.. Hepiniz aynasınız ve gördüğünüzü yansıtıyorsunuz.. görmediğinizden sizi sorumlu tutamam.. Merak ettiğim, o aynaya bakarken benim neye benzediğim.. Yani senden yansıyan ben.. Sendeki ben.. o nasıl biri?

Ne garip değil mi? Hakkımda birileri hoşa giden şeyler düşünürken , başkaları deli edecek kadar korkunç şeyler düşünebilir.. Ama ikisi de benim.. O halde söylesene benim kaç yüzüm var? Hangisi benim? Hepsi mi? Hiçbiri mi?
Karmakarışık..

Şimdi sadece dinlemek istiyorum..
Sendeki beni..

Bunu benim için yapar mısın?
Hadi gel, o çok sevdiğim oyunu oynayalım seninle.. Ben ,bir cümleye başlayayım ,sen devamını getir.. inan bana çok keyifli olacak.. Olmasa da bunu benim için yap, olmaz mı..

Başlıyoruz...

bence sen......................................

16 Ağustos 2009 Pazar

film kaplı ruhlar..

Ruhumu ,
Beden denen bir filmle kapladım..

Parçalanıyorum..
Patlıyorum..
Yine de sıçramıyor tek bir parçam bile..

Parçalarım,
Birbirine değiyor...
Birbirini kesiyor..
Kanıyorum..

Kimseye göstermiyorum..

Ne kadar güçlüyüm değil mi?

İNSAN HİKAYELERİ / Adam..

Davet, her zaman olduğu gibi önce uzak, sonra gittikçe yaklaşan bir sesle kuşattı şehri.
Başını masadan ağır ağır kaldırdı..Bardağın dibinde dakiklardır bekleyen son yudumu, tek hamede ağzına boşaltıp, dudağının kenarlarına bulaşan sıvıyı elinin tersi ile sildi. Yüzündeki garip tiksinme ifadesi, içtiği şeyin tadına mı , davete mi yoksa kendine mi yönelikti kimse bilmedi..
Masaya tutunarak kalktı. Ayaklarını sürüyerek, pencerenin önüne vardığında, gecenin bilmem kaçından beri toprağı döven yağmurun gücünü kaybettiğini gördü. Toprak, gökten gelen herşeyi kabul edendi. Adı, bu yüzden topraktı ya.. Yükselen beton binalara inat, arka bahçedeki bir avuç toprağın, yağmurla beraber yarattığı o muhteşem kokuyu, derin derin içine çekti.
Soğuktu.. İnsan kendini en çok böyle soğuk havalarda ferkediyordu.. Bütün bunlar, zihninden geçerken, beyninin hala uyuşmamış olduğunu hissetti. Yine aynı arafta takılı kalmıştı işte.. Hareketleri ,ayık bir insan kadar dengeli değildi. Ama zihninden geçen zehirli cümlelerin dili bile dolanmıyordu.Öylesine ayıktı ki..

Davet, devam ediyordu. Odadakinin gel-git lerini umursamıyordu bile. Hep böyle olmaz mıydı.. Sizin dışınızdaki herşey, hareketsiz halde duran bir arabanın iki yanından akan yol misali, yanınınzdan öylece akıp giderdi.. Pencereyi kapattı. Zira, böyle sabahlarda bu davet, bu ses.. Bunlardan daha büyük işkence yoktu.. Ruhu kıvranmaya başlıyordu yine..

Çalışma masasının üzerine gece boyunca büyük bir keyifle yerleştirdiği boş kutular, şimdi tuhaf ,biçimsiz bir canavara dönüşmüş sırıtıyorlardı.. Gecenin şahidi olan bu iğrenç sırıtışlı kutuları devirmek istemişti ki; hala ayık olan zihni, arka odada uyuyan annesinin varlığını hatırlatıverdi.
"Şimdi kalkar" diye geçirdi içinden. Böylr durumlarda sıkça yaptığı gibi, kutuları geçici olarak yatağının altına gizleyip, uyuyor numarası yapabilirdi. Ama bu sabah, değil yatağa uzanmak, evde durmak bile azap gibi geliyordu. O'nun az sonra, küçücük yorgun adımlarla banyoya girişi, suyun sesi...
"O ,uyanmadan evden çıkmış olmalıyım" diye mırıldandı..
Odaya gelişi güzel fırlatılmış koyu renkli poşetleri ,fazla ses çıkartmamaya özen göstererek topladı.. Masanın üzerinde ısrarla sırıtıp duran kutuları aynı özenle torbalara yerleştirdi. Tam , kapıyı açmak üzereydi ki, arka odanın kapısı açıldı..
-Lanet olsun! Uyandı işte...
Küçük ve yorgun ayak sesleri, odasının önünden geçip, banyoya girdi. Uyuyup uyumadığını kontrol etmek için odasına girmeyişi büyük bir şanstı. Çünkü hemen her sabah, üzerini örten bu yorgun eller , aslında bilmeden boğazını sıkıyordu..
Banyo kapısı kapanır kapanmaz, parmak ucunda koridora süzüldü.. Ayakkabılarını eline eldı. Diğer elindeki torbanın içinde her an bir hainlik yapıp ses çıkartmaya hazır kutularla yavaşça çıktı evden.. Ayakkabılarının arkasına basarak ilerlerdi.. Nihayet, binadan çıkmıştı.. Sokağa çıkma izni almış bir çocuk sevinci ile gülümsedi.. Sonra ,bu kadarcık birşeye sevindiği için kendini aptal gibi hissetti.
Savruk adımlarla yürüyüp ,sokağın köşesindeki çöp konteynırına bıraktı elindeki poşeti.. Başını kaldırıp, evlerin pencerelerinde kimse olup olmadığını kontrol etti."Kimden, neyi gizliyorsun?" diye sordu kendi kendine. "Kimden utanıyorsun? komşulardan mı?" Hala, kıymeti insandan bekleyen zavallılığından tiksindi.
Arkasını dönüp yürümeye başladı.. Bunu yaparken ellerini cebine soktu. Çünkü, elleri cebinde yürümek, dengesini sağlamayı kolaylaştırıyordu.. Geç vakitlerde, eve gelirken, pencerenin ardında onu bekleyen annasinin menziline girdiğinde de aynı şeyi yapardı..
Cebinin içinde huzursuzca oynayan parmakları, birşeye dokundu.. Tutup çıkardı.. yırtık bir kağıt parçasına acele ile yazılmış bir kaç rakam.. Kağıdı avcunun içinde buruşturdu.. Atmak istedi , atamadı.. Bu küçük kağıttan köprüyü yıkmak istedi yıkamadı.. Öfke ile soktu elini cebine..
"Arayamam" dedi.. "Arayamam.. Aramamalıyım.. Hangi hakla, hangi sıfatla? hem ne diye?"
Bir an, sadece bir an ,bilmediği bir yüz belirdi gözünün önünde.."Beni arar mısın" dedi ve kayboldu.. Dişlerini sıkıp ,"şeytan" diye fısıldadı..
olmadığını biliyordu.. Değildi..Ama yine de, bunun bir izahı yoktu.. Bu , işleri daha da karmaşık hale sokmaktan başka bir şey değildi.. Yeni pişmanlıklar istemiyordu.. Peşinden, son hızla yılmaksızın koşan bir vicdan varken, yeni dertlere hiç gerek yoktu.. Yine de , o küçük kağıdı atamadı.. Atamadığı için kendine sövdü ama atamadi işte..
Bütün bunlarla boğuşurken, yerinden oynamış kaldırım taşını farketmedi. Takılıp ,düştü.. Islak kaldırıma boylu boyunca uzandı..
Başını gök yüzüne kaldırdı sitemle.."Bunu neden yapıyorsun bana diye" bağırdı." Neden yapıyorsun bunu? Neden tutup almıyorsun yada neden büsbütün bırakmıyorsun yakamı? Neden beni, bu iki eşiğin arasındaki öldüren gel-gitlere mahkum ediyorsun?Ruhuma sapladığın bu kıymıkla, nerde ne yaparsam yapayım neden varlığını bir an bile olsa unutturmuyorsun? Madem, bu kadar değerliyim,neden beni bu rezillikten çıkartıp almıyorsun? Bunu neden yapıyorsun? Söylesene neden?"
Ağlamaya başladı..Taşların arasında yağmurdan arta kalan damlalara, kendi damlalarını da kattı.. toprağa yolladı damlalarını.. Üstüne bulaşan çamuru temizlemeye çalışmak, daha da bulaşmasına neden olacaktı.. Sadece kalktı.. Kaldırıma oturdu.. Bir sigara yaktı..
Güneş, yolların üzerindeki o siyah tülü kaldırmıştı.. Herşey gibi o da, bütün çıplaklığıyla ortada kalakalmıştı...
Ve kaldırımlar.. Onlar, herşeyi görmüş ve duymuştu...

15 Ağustos 2009 Cumartesi

İnsan/ca


Soyunmalıyım şimdi kadınlığımdan,
Ve soyunmalısın erkekliğinden..
Giyinmeliyiz İNSANlığımızı..
Sarılmalıyız birbirimize,
Günahsız,
Ayıpsız,
Yasaksız..
Sımsıkı...

Sadece sarılmalıyız..
Cinsiyetsiz kollarla..
ve
Konuşmalıyız...
Yabancı bir dilde değil..
Sadece İNSAN/CA..

s/ayıklamalar

Garipti..
Daha bir gün önce kendini asmak için (sanki o kadar cesareti varmış gibi) Çınar ağacından bir dal isteyen biri, ertesi gün bugün benim doğum günüm diyebilir mi? Diyebilir elbette..Bu bir çelişkimi, yoksa ruhsal bir saçmalama mı düşünmek dahi istemiyorum.. + larla, - ler arasında gibip gelmek gibi bir özgürlüğü olmalı insanın.. Bunu ,kendime ruhi buhranlar arasında savrulan biri havası vermek için yapmadığımı bilesin.. Ya da bilmeyesin .. Bunu umursamıyorum bile.. Yada belki de umursuyorum..

-----

Gözlerimi kapatıyorum.. Karşımda bir doğum günü pastası ... Üzerinde bir sür mum.. Eğer mumların hepsini üfleyebilirsem dileğim gerçekleşecek.. Ne kadar güzel..Dileğimin gerçekleşmesi için bir sürü mumu tek seferde üfleyebilmem gerekiyor..
pastadaki mumlar arttıkça, insanın nefesi de o ölçüde zayıflıyor.. Bu ,üflemen gereken mum sayısından çok, nefesinin zayıflamasıyla alakalı bir durum. Yoksa bundan 10 yıl önce aynı sayıda mumu bir defada üfleyebilmen, işten bile değil.. Kafandan geçirdiğin hayalinin gerçekleşebilme şansı, her yıl önüne gelen pastada gittikçe zayıflıyor..

Kavrıyorsun..
Yaş..
Hayal kurabilmek için hala genç olsan bile, hayallerini gerçekleştirebilmek için yaşlı sayılırsın..
Artık, gemiyi mutedil sularda yüzdürmek zamanı geldi belki de.. Ama önce mutedil bir su bulmalı.. Yani, kimse ,içindeki bu çalkalanmadan memnun olamaz.. Yada olabilir.. Yani hayatı daha anlamlı kılabilmek için , onu olağan ve sıkıcı rutininden kurtarmak için, aklını olmadık şeylere yormak, suyu bulandırmak mümkün.. Karar vermek zamanı.. Ya sakin bir göl kenarı , yahut, her an fırtınanın patlayabileceği bir açık denizde olmak..

Yok.. Arzulanan sadece adrenalin değil.. Bunu biliyorum..
Yine aynı kör noktadayım..

------

Aynadaki yüzü seyrediyorum.. Hiç de fana görünmüyor.. Yani şu yeni yeni kendini gösteren ince çizgileri yok sayarsak.. Hayır.. yok saymamalı onları.. Yani , şu saçma sapan kırışık önleyiciler, aptal anti-aging uygulamalar.. Ne şimdi bu..
Yani, yaşamışlığın verdiği, tüm deneyim, bilgi ve olgunluğu alıp kabul edeceksiniz, hem de zamanla bütün bunların karşılığında yaptığınız o anlaşmaya uymayacaksınız.. yok öyle yağma.. Zaman ki ; size, bugünkü harikulade, kendini (nispeten daha iyi) tanıyan kadını verecek.. Ve siz ona karşılığında hiç bir şey vermeyeceksiniz.. Hiç adil değil..

---
kimse hatırlamadı.. Bunu derken hatırlayanlara haksızlık etmek istemem.. listemde kesin hatırlayacak olanlar diye ismi yazılı olanlar beni hayal kırıklığına uğratmadı.. Anne , baba,kardeşler, bir iki dost..
Gerisi.. Neyin gerisi..

bir yandan hayattan, hayatlardan bütün parmak izlerini yok etmek, unutulmak isteyen insan, aynı zamanda ,bu kadar küçük bir ayrıntının hatırlanmasını isteyebilir mi? Evet, isteyebilir.. İstedim bile..

Neyse..
Dün benim doğum günümdü.. Öyle boncuktan yapılmış kuşlar beklemedim penceremde..
yine de benim için, sadece beni düşünülerek kurulmuş bir tek cümle bekledim yalan yok..
bir günlüğüne bile olsa, bütün genllemelerin dışında kalmak, benim için, ben düşünülerek yapılmış bir küçük güzellik..

Ne bileyim işte.. Saçmalıyorum değil mi? Olsun..İnsanın arada bir saçmalamak gibi hakkı olmalı.. Tamam, biliyorum ben bu hakkımı fazlasıyla kullanıyorum ama olsun...Yine de istedim..


Dün benim doğum günümdü..
Herkese, bana harika bir doğum günü hediyesi vermek için bir şans daha tanıyorum şimdi.. Allahım, ne kadar büyük gönüllüyüm değil mi?
Hayır tersine, çok bencil ve saçmalamanın zirvesindeyim bu gün..

Karışığım.. Karmakarışığım..

13 Ağustos 2009 Perşembe

Çınar, sen o kadar koca mısın?


Ağaç!
Sana " koca çınar" diyorlar..
Sahiden , o kadar koca mısın sen?
Sarabilir misin , o "koca" gövdenle sırtımı?
Isıtabilir misin üşüyen ellerimi?
Gölgen,
Gizleyebilir mi beni gölgemden?
Yada,
Bir nefescik huzur verir mi?

Yaprakların, çınar!
Yaprakların yamayabilir mi
Ruhumdaki kan sızan yırtıkları?
Yemişlerin var mı dallarında?
Doyurabilir mi içimdeki ağlayan kızı,
Yada biraz olsun avutabilir mi?

Uzanıversem şöyle dizlerine,
Dalların okşar mı rüzgara hasret tellerimi?
Rüzgar çalsa,
Sen söyler misin
Annemin , unuttuğum ninnilerini?

Fısıldasam sana, olup biteni.
Sökülmez mi köklerin yüz yıllık toprağından?
Sarsılmadan ,böyle dimdik durabilir misin?

Ağaç!
Sana " koca çınar" diyorlar..
Sahiden , o kadar koca mısın sen?
Geçtim bunların hepsinden..
Bir dal ver bana sadece,
En sağlam ve en yükseğinden,
Tek bir dal ver..

Sonra sus!
Çağırma kimseyi imdada..
Ve dinle!
Sonra,
Ört üstümü usulca,
Eteklerine dökülen sarı örtünle...

rapunzel


Farkındaydı, saçlarını ölüme uzattığının Rapunzel..

Ölüme..

Ve Ölümüne...



Jamais Vu yanılgısı


"Merhaba" dedi kadın..
"Merhaba" diye cevap verdi adam.
Bu kadar içten ve hesapsızını duymamıştı,
Gülümsedi kadın ve geçirdi içinden Jamais Vu...

Konuştu kadın..
Ve dinledi adam..
Anlattı kadın..
Ve anladı adam..
Bu kadar kolay olmamıştı hiç anlatmak ve anlaşılmak.
Gülümsedi kadın ve geçirdi içinden Jamais Vu...

****

Adam Jamais vu'ları koluna takıp gelmişti sanki..
Kadın, bir küçük kız çocuğuna büründü yeniden..
Sanki herşey ilk kez , sanki öncesizdi hayat..
"Milat mıydı yoksa takvimlerimde" dedi kendi kendine..

****

Zaman geçti...
Cam kırıkları..
Kesiklerden sızan kan..
Bölünen uykular...

"Hoşçakal" bile demedi adam..
"Güle güle" dedi kadın...
Hepsi yanılsamaydı..
Yine gülümsedi kadın ve geçirdi içinden Deja Vu....

kırmızı delilik


-Burda bir yerde olmalı... burda bir yerde olmalı..Bulmalıyım ..bulmalıyım.. -Tamam canım sakin ol.. Şimdi bulurum ben..
..................
Bir çocuk neşesiyle girdi eve.Elinde küçük bir poşet.."Ne aldın "dedi annesi..
-Hiç.. Önemli birşey değil. UNICEF yararına satılan bir puzzle sadece..
Yemeği apar topar yedi. Uzun zamandır ilk defa bu kadar heyecanlanıyordu.Yıllardır hep yapmak istediği ama bir sebeple hep ertelenmiş ,ihmal edilmiş ,küçük çocukça bir sevinç.
Yemek biter bitmez odaya koştu..Küçük oda bu iş için biçilmiş kaftandı.Bu sayede annesinin deyimiyle "döküntüler"i ortalıkta görünmeyecekti.
Kutuyu açtı, parçaların tamamını boşalttı halının üzerine. Tam 1200 parça..Hımm, kaba bir hesapla 40*30 luk parçacıklar kümesi.. Ne kadar zor olabiliridi..
Kapı aralandi..Babasıydı gelen :
-Girebilir miyim. -Elbette.. -Hımm. Chagall ha.. -Evet.. Güzel değil mi? -Ama zor... Neden bunu seçtin. -Bilmem.sanırım katalogdakilerin en güzeliydi. -Ver bakayım katalogu... hımm.. Daha popüler bir şeyler bulabilirmişsin.. Mesela Van gogh.. Neden onu seçmedin. -Çünkü çok bilindik..O zaman kimse bu kimin diye sormaz ki ..Değil mi?
Muzır bir gülümseyişle baktı babasına..
-Bunu seçmenin tek sebebi bu mu cidden.. -Başka ne olabilir ki. -Mesela zor olması..Yada karmaşık.. -Bilmem..belki... -Hep zor olmalı değil mi?Hep seni zorlamalı.. Hiç değişmiyorsun.. Yorulmayı seviyorsun değil mi? Uğraşmayı.. -Evet.. Çok.. -Aradı mı ? -Yok ben aradım.. dışardaymış.... Her zamanki gibi.. -Sıkma canını.. -Yok.sıkmıyorum merak etme sen.. -Yardım ister misin -Yok sağol..Sanırım becerebilirim.. -Çok fazla kırmızı var.. dikkat et.. İstersen önce açık renklerle başla. -Sınırlardan başlayacağım.. Sınırları belirleyebilirsem daha kolay olur sanırım.. -Sen bilirsin.. Ama dikkat et.. Çok uzun süre kırmızıya bakmak insanı delirtebilir..Haberin olsun..
Kafasını kaldırıp babasına baktı.
-Bunca şeyden sonra beni puzzle kırmızıları çıldırtırmış ...Alemsin baba.. Babası çıktı..
Özenle ayırmaya başladı parçaları.. Yüzlerce birbirine benzer kırmızı ve bir avuç kırmızı beyaz yeşilli olanlar.. Sonra kırmızıların tek tarafı düz kesilmiş olanları ayırma faslı...Ve başladı..
Artık , her akşam iş çıkışı yemeği acele ile yiyip odasına çekiliyordu..Yüzlerle kırmızı parçacıkla saatlerce,çoğu zamansabaha kadar uğraşıyordu..Göz altları kararmaya başlıyordu.. İş yerinde onca uykusuzluğa ramen direniyor,akşamları koyu bir kahve ile kendine gelip adeta bir ibadet sessizliği içersinde odasına dönüyordu.. Günler, haftalar geçti.Artık işe giderken odanın kapısı kilitlemeye başlamıştı..O odada ne olduğunu, puzzleın ne durumda olduğunu kimse bilmiyordu.. Odaya girmek isteyenler azarlanıyor, en kısa cümlelerle nerdeyse kovuluyordu..
sanırım 2. ayın sonuydu..Bir sabah evden çıkarken babası omuzuna dokundu.:
-Herşey yolunda mı?
Zoraki bir gülümseme ile
-Merak etme az kaldı dedi. -Sevindim.. yardıma ihtiyacın olursa....
Sözünü ağzında kesti babasının..
Anlaşılmaz bir öfke ile..
-O küçücük kırmızı şeytanlarla başa çıkamayacağımı mı sanıyorsun..Bunu yapabilirim.. Bunu yapacağım.. Ama ters giden birşey var...Ters giden bir şey.. Yerine oturtamıyorum.. kayıp bir şey var...Bir parça belki.. Defalarca saydım..Tam 1200 parça eksik yok gibi ama bir eksik var.. Oynuyorlar benimle..Nezaman başlasam bir tanesi hep saklanıyor..Tam bitirecek ken bakıyorum, yanlış parçaları uç uca eklemişim.. Baba...Bu gece çözeceğim bu işi...
-Tamam yavrum...
İş çıkışı her zaman ki gibi koşarak geldi eve..Yemek bile yemeden odaya kapandı..
Gecenin ilerleyen saatleriydi. Ev halkı kırılan cam sesleri ve çığlıklarıyla uyandı..
-Lanet olsun nerdesin.?Çık ortaya artık.Hangi cehenneme saklandınsa çık..
Kapıyı menteşelerinden oynatarak girdiler içeri..
Yere bağdaş kurmuş oturuyordu..Kırık camlar halının üzerinde. Puzzle hiç başlanmamışcasına paramparçaydı..Yer kırmızı parçacıklarla doluydu..
Mahçup bir çocuk gibi kaldırıp başını babasına baktı...
-Baba! Bulamadım onu baba..Yine saklandı.. Bulamadım.. -Tamam canım..Tamam yavrum...
..............
Soğuk bir hastane koridorunda bir baba.. çaresiz, bitkin...
-Nasıl doktor? -Çok yorgun...Ama düzelecek.. -O çok yorgun doktor.. Kendisinin bile farkedemediği kadar yoğun. -Merak etmeyin.. Geçecek...
Bu sırda koridorun sonundaki odadan gelen sesler koridorda dağılır...

-Burda bir yerde olmalı... Burda bir yerde olmalı..Bulmalıyım ..Bulmalıyım..

12 Ağustos 2009 Çarşamba

şarkıcı


Burası İspanyol Meyhanesi değil.. Burası, Tarlabaşı ile Ömer Hayyam’ın arasında sıkışıp kalmış izbe sokaklardan birinde, bir pavyon.. Evet, yanlış ifade etmedim.. Burası bir pavyon..Burda ne aradığımı sormayın şimdi. .Konumuz bu değil nasılsa..


Burası İspanyol meyhanesi değil..Türk filmlerinde gördüğümüz o ışıl ışıl mekanlardan da değil.. Alabildiğine pis, alabildiğine basık, alabildiğine batak bir mekan.. Her an zeminle birleşecek hissi uyandıran tavan, sigara dumanları ile simsiyah olmuş neredeyse.. Rutubet de cabası..
5-10 derme çatma masa, masalarda o mekandan başkasına parası yetmediği her halinden belli mekana mecbur tipler.. Kapının girişinde sizi karşılayan, pazarda, markette, sokakta yanınızdan özensiz saçları , kötü makyajları ve sıradan kıyafetleriyle geçiveren genç kızlardan birkaçı.

Burası İspanyol Meyhanesi değil.. Ve O da İspanyol meyhanesinde şarkı söyleyen kadın değil.. O da zayıftı, incecikti elleri ve yorgundu üstelik.. Dudakları kalın mıydı bilmiyorum.. En ucuzundan sarı bir peruk altına gizlediği saçları.. Saçları var mıydı ? Varsa nasıldı acaba.. Bayağı bir parıltısı olan mavi elbisesinin içinde sergilemeye çalıştığı bir avuç kemiğin üzerine öylece tutunup kalmış , pörsümüş et parçasından başka bir şey değildi.. Ancak 5. kadehten sonra bir erkekte karşısındakinin kadın olduğu hissini oluşturabilirdi sanırım.. Tabii adam, son 10 yılını ceza evinde geçirmemiş yada aylar süren bir deniz seferinden henüz dönmemişse..

Burası İspanyol Meyhanesi değil.. Ve O da İspanyol meyhanesinde şarkı söyleyen kadın değil.. Alkol ve sigaranın kalınlaştırdığı sesiyle söylediği şarkılara, bir birine çarpan kadehler ve kontrolsüz kahkahalar eşlik ediyordu .. O, sadece şarkısını söylüyordu.. Sarı peruğunu savura savura.. Kaç yaşındaydı acaba? Ellisini geçmiş olmalıydı sanırım.. Acaba annemiydi.. Yada anneanne.. Torunları gelir miydi acaba bayramlarda elini öpmeye..
Geldim yarım , kaldım yarım/Neydi ne oldu şu tez canım…” diyordu, saçlarını savurarak.. Masasına oturduğu kart zamparaya nasıl işve ile bakıyordu.. Kart herif , kadının kollarını öpüyordu.. Masada açılmış onlarca içki şişesi.. Kadın bu akşam belki de müşteri yolma rekorlarına bir yenisini ekliyordu.. Ve adam belki de yarın gelecek torunları için ayırdığı harçlığı bile, bu pislik mekanda tabir-i caizse eziyordu..

Burası İspanyol Meyhanesi değil.. Ve O da İspanyol meyhanesinde şarkı söyleyen kadın değil.. Yüzünde bir acı haritası kadının.. Büzülen dudakların çevresinde derin uçurumlar.. Yarın öpülecek ellerinde zampara dudaklar…
Hani olur ya bezen.. Deli gibi merak edersiniz birini.. Kim olduğunu nerden gelip nereye gittiğini.. Bilmek istersiniz sadece.. Bilmek.. Bir işine yaramayacak onlarca şeyi bilmek.. O haldeyim.. Mekan yok.. Masalar yok.. Arsız kahkahalar yok.. Sesler yok.. Işıklar yok.. Sadece yüzünde acı haritasını gördüğüm bu kadın ve ben.. Onunla baş başa kalmayı nasıl arzuladığımı anlatamam.. Birkaç dakika.. Yüzünün bütün çizgilerine bakmak istiyorum, gözünün içine bakmak.. Ne aradığımı bilmiyorum.. Ama beni bu kadar çağırdığına bakarsak bir şey bulacağım muhakkak..

Ara veriliyor.. Kadın, kapısında WC yazılı deliğe giriyor.. Kim tutabilir ki beni..Koşarak gidiyorum arkasından.. Tek tuvalet , ve içerde kadın.. Bir yandan şarkı söylüyor hemde .. Bir şarkı ki çocukluğumdan “ Saçların tarumar / Gözlerinde nem/ Ateşe benzerdin /Küle dönmüşsün…” .. İşi bitip çıkıyor.. bir an göz göze geliyoruz.. Nasıl umursamaz bir bakış.. Gülümsüyor laf olsun diye öfkeli yüzüyle.. “İçerdeki öküzler, anlamıyor ki bunlardan, bunları anca tuvalette kendime söylüyorum..” diyip gidiyor.. Ne diyeceğimi bile beklemeden.. Çekip gidiyor.. O bir an gördüğüm yüz, o ses ve o sözler.. Bir hayatı kazıyor beynime.. Dağılıyorum.. Belki gereğinden fazla duygusal bir günümdeyim, belki içki beni bu hale getirdi bilmiyorum..

Burası İspanyol Meyhanesi değil.. Ve O da İspanyol meyhanesinde şarkı söyleyen kadın değil.. Masama dönüyorum.. Her şey bıraktığım yerde..Her şey aynı..Masadaki peçetenin üzerine bir şeyler yazıp , sözde garsona uzatıyorum, kadına versin diye..Masamdakilerin, sen ne yapıyorsun demelerine aldırmadan.. Kadın peçeteyi alıyor.. Bana bakıyor başını kaldırıp.. Göz göze geliyoruz bir an.. Hiç bir şey demiyor aynı öfkeli gözler.. Peçeteyi avucunda buruşturuyor.. “ Şimdi hanımlar ,beyler bir istek parçamız var sırada” diyip başlıyor..

“Saçların tarumar/ gözlerinde nem/ ateşe benzerdin/ küle dönmüşsün….”

Mekanda ıslıklar.. Hatta yuhh lar.. Aldırmıyor kadın.. Aldırmıyorum ben de.. Ve şarkı bitiyor “yazık geçmez akçe pula dönmüşsün” diye… Kadının gözlerindeki akamayan iki damla ,benim içime damlıyor…

Burası İspanyol Meyhanesi değil.. Ve O da İspanyol meyhanesinde şarkı söyleyen kadın değil.. Ama insan Ümit Yaşar olamadığına yanıyor…

Deniz &Ay / ve aşk...

Yatak odamın penceresinin önünde durmuş onları izliyordum..
O kadar güzellerdi ki..
Deniz ve Ay..
El ayak çekilmiş, şehir alışılagelmiş uykularından birine yenik düşmüştü..
Deniz ve Ay, yine sarmaş dolaş, kainatın en inanılmaz vuslatını yaşıyorlardı..
Yaşamalarına izin verildiği ölçüde..
Deniz, her zamanki gibi olması gereken yerdeydi..
Ay da öyle..
Ay, verebileceği yeğane şeyi, yani aksini, sevdalısı olduğu denizin göğsüne yaslamış öylece duruyorlardı..
Az sonra, rüzgarın eşliğinde, küçük küçücük, dalgalar, sarılışlar, dokunuşlar..
Ardından ,o iki ezeli ve ebedi aşığın sabahlara dek sürecek sevişmesi..
Muhteşemdi..
Düşündüm..
Kim, deniz kadar sabır ve sadakatle bekleyebilirdi, sadece aksine dokunabileceğinden emin olduğu bir sevgiliyi..
Yada kim, her gece, yüzünü olanca aşkı ile , yarinin göğsüne böyle yaslayabilirdi..
Onlar, birbirinin hakikatinini farkında , birbirinin hakikatine rağmen aşkını yaşatabilenlerdi..
Hiç biri diğerinden, verebileceğinden fazlasını talep etmiyordu ..
Ne Deniz, Ay'a" terket yıldızlarını ve yeri semadan seyredebilme ayrıcalığını , gel ve benim ol, bende kal" diyordu ,ne de Ay, Deniz'in, binlerce canlıyı yüzüstü bırakıp onları kupkuru toprak parçasına mahkum ederek yanına gelmesini istiyordu..
Hoş isteseler olabilecek bir şey miydi bu bilinmez..
Talep bile etmiyorlardı..
Her gün, güneşin gitmesini bekliyorlardı..
Sonra iki sevgili...
Muhteşemdi..
Belki Ay, secde edip ,öpebilirdi denizinin yüzünü..
Yada Belki deniz, bir kıyam duruşla dokunabilirdi sevdiğinin saçlarına..
Ama susuyorlardı..
Bekliyorlardı..
Hükme razı olup, vuslatı mahşere ertelenen bütün aşklar gibi, yerle göğün haşrolacağı o günü bekliyorlardı..