31 Mart 2009 Salı

Vakit Gitmek Vaktidir.. Susmak yetmez...


Durdu bir uçurumun başında.. Aşağıda insanlar bağırıyordu , korkunç bir iştahla..
"Atla! Atla! Atla!"
Ayakların farketti.. Düş kırıkları, düş kesikleri..Ve kan.. Kan birikmişti parmak aralarına... İğrençti...
Baktı.. Geçtiği yollara baktı, kirpiğine hapsettiği hüzünle.. Fasit bir daireye hapsolduğunu anladı..Aynı noktada dönüp durduğunu, bir milim bile mesafe kat edemediğini gördü.. Saçlarından masallarda takılan yıldızlar döküldü..
Yüzler, çığlıklar, kahkahalar küfürler birbirine karıştı.. Bir karabasan çöktü boğazına, sesi çıkmadı.. Bağırdı.. Çığlık çığlığa.. Duymadı kimse.. Duyuramadı...
.....
Bir çınar ağacındaki mavi kırlangıçı farketti birden..Elini uzattı.. Mavi kırlangıç nefes nefeseydi... Yüreği, avucunun ortasında patlamaya hazır bir bombaydı.. Bir intihar komandosu gibiydi.. Mavi kırlangıç avuçlarının arasında nefes nefeseydi...Öptü O'nu usulca.. "Gitme" dedi kırlangıç.. Birtek o anlamıştı belki de.. "Anla" dedi.. Sustu kırlangıç.. Durdu kırlangıçın küçücük kalbi.. "Katilim" dedi kendi kendine... Kelebekten sonra , kırlangıçın da katili..

Bir hayal belirdi sislerin arasından.. Göz kamaştıran bir hayal.. Attığı her adımda uzaklaşan bir hayal.. Adı Aşk olan bir hayal.. Hayal bir belirdi, sonra birden sislerin ardında yitip gitti..

Bir siyah deniz.. Kırmızısını katamadığı bir siyah denizin uğultusu ve kıyılarını dövüşü hırçın dalgaların.. Dalgalar.. Boyunu aşan dalgalar.. Hani deniz için hiç olan, sedece vurduğu sahili dağlayan dalgalar.. Uzaklaştı.. Çekildi.. Kurudu bitti..

Maskeler koşup geldiler.. Yüzü döküldü parça parça.. Maskeler güldü.. Örtmedi hiç biri yüzünü.. Maskeler , başka bir baloya gittiler.

Sonsuz bir maviye kesti zaman.. Zamanı başlatan bir mavi.. Bir öfke mavisi.. Cehennemi göze aldıran mavi bir ışık..Sebeb-i LaL.. Yandı zaman.. Döndü zaman.. Zaman tükendi..

Herşey yok oldu...

Kelimeler...
Kelimeler...
Kelimeler...
Kelimeler...
Kelimeler...

Acıyı anlatamamıştı... Savrulmuştu.. Kırlangıç ölmüş, hayal sislere gömülmüştü.. Deniz kurumuş.. Mavi.. Yani Sebeb-i LaL, hiç olmamıştı bile...

..........

Zeynep, Yatağın içinde sıtma nöbetinde titreyen kadına baktı..
Acımadı.. Sadece baktı..
Geceydi.. Ay, zehirli sütünü sağıyordu yine.. Gök gürültüsü.. Yıldırımlar...
Küçüktü Zeynep.. Ama bu hasta ruhu saracak kadar da büyüktü... Daha önce kimleri sarmamıştı ki..
Pencerenin önünde durdu.. Çenesini pencerenin pervazına dayadı.. Küçücük elini uzattı karanlığa.. Karanlığı avuçladı.. Boşluk.. Simsiyah bir boşluk..
Kadın inledi yatakta acıyla....
Parmaklarının ucuna kalktı .. Bir kez daha uzandı boşluğa.. Yakalayıverdi ucundan.. Hafifçe araladı..
Nasıl bir aydınlık.. Nasıl bir huzur..
Elinde karanlığın ucu, seslendi Zeynep:
-Hadi kalk.. Şimdi.. Gel ne olur ...Hadi.. Şimdi.. Yada hiç bir zaman..

Öyle bir çağrıydı ki...
Karşı konulmaz..
Kalktı kadın.. Pencerenin önünde durdu.. Zeynep'in elinde tuttuğu karanlığı çekip aldı... Gülümsedi Zeynep.. Yorgundu kadın.. Zeynep gülümsedi.. Bu herşeye değerdi..
......

Durdu bir uçurumun başında.. Aşağıda insanlar bağırıyordu , korkunç bir iştahla..
"Atla! Atla! Atla!"
Kadın ;
Kanatlanan bir kırlangıç oldu...
Siyah denize dökülen kırmızı bir damla...
Sislerin ardında bir hayal..
Maskeli balo kaçağı..
Ve bir mavi yanıp söndü..
Zaman durdu.. Yok oldu herşey..

Kollarını açıp atıldı sonsuza..
Geride küçük kağıtlara yazılmış bir sürü HOŞÇAKAL kaldı...

Küçük..Küçücük HOŞÇAKAL...

Çünkü
Vakit, Gitmek Vaktiydi.....

30 Mart 2009 Pazartesi

salıncak



İki gölge sallanıyor meydanın ortasında..
Elinden tutmuşum Zeynep'in..
Korkmuş Zeynep..
Sımsıkı tutmuş elimi..
"Kim bunlar" diye soruyor, tek kelime etmeksizin zeytin karası gözleri..
"Dar ağacında sallanan benim" diyorum usulca..
"Ya diğeri "diyor.. "Ya diğeri?"
"(D)Ar ağacında sallanan da sensin" diyemiyorum..
Susuyorum..

İki gölge sallanıyor meydanın ortasında..
Dar ağacında ben..
(D)Ar ağacında Zeynep'im..

28 Mart 2009 Cumartesi

(B)ilmek


(B)ilmek gittikçe sıkıyordu boğazını..
Medlerle cezirler arasında serseme dönmüş hayat..
Limanların yıkıldığı denizler
Kalakalmış gemiler denizlerin ortasında..
Kadın ;
(B)ilmek dedi kendi kendine..
Zamansız ve mekânsız
Ve ait olunamayış hiçbir şeye…

Masallar içinde,
M(asal) hayatlar…

Kadın ;
(B)ilmek dedi kendi kendine..
Gittikçe (t)uzaklaşan beyazlığa baktı..
Bir bıçağın çeliği yanıp söndü gecede..
Masalları (b)ıraktı birden bire…

Ve bir kibrit çaktı kadın öfkeyle..
Ve bir kan aktı..
Kırmızı koyu kırmızı bir kan..
(B)ilmek dedi kendi kendine..
Yok eden bir siyaha (b)aktı..

(B)ilmek dedi kendi kendine..
Sustu sonra…
Bir daha hiç konuşmadı…

26 Mart 2009 Perşembe

doğru dürüst lakabım bile olmadı şu hayatta...

Sevgili y. tarafından mimlenmişim.. Lakaplar.. Kim bana ne demiş? Hmm.. Düşünelim bakalım..

Aslında öyle fazla lakabı olan biri olmadım ben..Zaten lakap takılması gerekecek kadar belirgin bir özelliğimde olmadı.. (Sıradan biriyim ben aslında sevgili okur.. Bakma burda durmuş kendime gizemli kadın pozları verdiğime..)


Hane halkımız küçüklüğümden beri bana GEVEZE der. Yahu nasıl bir iftiradır bu.. Bangır bangır kendime LaL derken külliyen yalandır geveze olduğum- diyemiyorum ne acıdır-. Yaşıma girer girmez başlamışım konuşmaya ..Annem, benimle dışarı çıkıp eve geldiğinde "bir daha çıkarsam ne olayım" diye yemin edermiş her defasında.. Yol boyunca durmaksızın konuşmalarımdan illallah edermiş kadıncağız..


Rahmetli amcam OĞUL derdi.. Gülme okur.. Döverim bak.. Oğul.. Zira, üniversiteyi bitirene kadar saçları kısacık bir oğlan çocuğuydum ben.. Hatta öyle ki, koca kadın oldum amcam hala bana "oğul gel bi sarıl "derdi..

Çocukluğumun en tatlı anılarında çokça yeri olan Suzan Teyzem..KİRBİT KUTUSU derdi .. Kibrit değil dikkat lütfen, kirbit kutusu.. Sebebini hala anlayabilmiş değilim ama öyle derdi işte..


Bu ufak tefekliğe dair lakaplardan hiç kurtulamadım sonrasında .ÇİTLENBİK de bunlardan biriydi.. Sonrasında eski mesai arkadaşlarımın taktığı HERKÜL, MİNİK KUŞ,MİNİK İNSAN vs gibi hatırlayamadığım bir sürü adım oldu..


Okul yıllarında BEYİN, ÇETE BAŞI, BAŞ BELASI, AKILLI BIDIK gibi zekama yönelik lakaplar, ilerleyen zamanlarda tavırlarıma yakıştırılan MRS.GOOD QUESTION (ki bu Danimarkalı eski GM.tarafından takılmıştır), ANARŞİST, DELİ, FIRLAMA, SENDİKA BAŞKANI 'na dönüştü..


Eski aşklar tarından takılan lakaplar mümkünse bende kalsın.. Onlar özeldir.. "An"a ve "hal"e özel ve güzel şeyler.. Onları susalım..


Sahi ya, siz bana ne lakap taktınız? Merakıma mucip oldu da..

25 Mart 2009 Çarşamba

Sana geliyorum sevgili..


Sana geliyorum Sevgili...

Aylar sonra sana geliyorum yine.. Ne garip.. İlk buluşma heyecanı var içimde.. Gece uyuyamadım bile.. Aklımda sen, senli hatıralar ve bir çoğu imkansız senli düşler.. Olsun.. Sana gelmek güzel..

Sabah, işe gelirken Onun mavi yeşil gözlerine baktım.. Biliyor musun en az seninkiler kadar güzel, hatta belki seninkilerden bile güzel.. Öyleyse neden Ona değil de, sana aşığım ben hala.. Neden senin gözlerinde sarhoş oluyorum ben.. Aşk, böyle birşey olmalı.. Yani; en güzele aşık olmuyor insan, aşık olduğunu en güzel buluyor.. Sen.. En güzelisin inan..


Geleceğim.. Yine dönüp bakmayacaksın yüzüme.. Yine umursamayacaksın.. Yine kalabalıklarının içindeki herhangi biri olacağım.. Halbuki, bilirsin beni .. Herhangi biri olmaktansa hiçkimse olmak isterim.. Ama konu sen olunca.. Sen.. Sen, beni bana çiğnetiyorsun işte...

Sana geliyorum sevgili..
Mavi yeşil gözlerine, alev tenine yandığım sen..
Kaldırımlarında çocukluğum, tenhalarında genç kızlığım..
Yokluğum, yoksulluğum..
İhanetim, cinayetim, cinnetim ..
Benim unuttuğum, seninse izini bile farketmediğin adımlarım...

Sana geliyorum sevgili..
Aç kollarını...

24 Mart 2009 Salı

olma...

tekrar, ama bu defa
aşkı tek başına yaşayacak kadar büyük yüreklere iftahen;



Can'a rağmen ateşe kesmişse nefes
Ve her solukta sensen içime dolan,
Gözlerin mavi bir buz kristaliyse,
Ve ben, tek gözlerine takılı kalmışsam.
Ve bir tek onu biliyorsam
Onu yazıyorsam masallarda....
Masalarda bile seni bulamıyorsam...
Kaf Dağının ardına varamıyorsam..
Sen....


Bilmediğim yollarına dalıyorsam şehrin
Kaybolmak için sokak tabelalarını kırıyorsam,
Bağladıysam gözlerimi gözlerinle,
Siliyorsam ayak izlerimi geri dönememek için.
Ve sen yaramaz bir çocuk gibi yakıp kaçıyorsan
Sokak lambalarını...
Aydınlanıyorsa geçtiğim yollar,
Köşe başlarında eşkiyalar seni istiyorsa benden,
Ağzım yüzüm kan içinde seni vermiyorsam
Sen....


Arsız bir sokak kedisiysem,
Açsam ve birde üstüne sırılsıklamsam,
Kovulduğum ayakların paçalarına dolanıyorsam
Kayboluyorsa pençelerim yanında,
Ve sen tenekeler bağlayıp kuyruğuma gülüyorsan,
Canım yanıyorsa,
Kanıyorsam, senin kayıtsızlığına.
Sen.....


Dil lal olmuşsa,
Ve Dil dediğim gönülse,
Ve seni kendime bile anlatamaktan korkuyorsam
Adını dudağıma yasaklamışsam,
İçimde durup durup patlıyorsan,
Ve suskunluğumu duymuyorsan.
Binlerce kelimen içinde bir "ben" yoksam
Sen....


Sana rağmen seviyorsam seni.
Can'a rağmen ateşe kesmişse nefes
Ve ben sensiz ateşe yürüyorsam
Ve sen yoksan
Ve sen hiç olmayacaksan

OLMA...


** Zaten sana bile ihtiyacı olmayan bir aşk benimkisi..

olsa ne vardı..


Şimdi açsam pencereyi de beklesem..
Sen gelsen..
Olmaz ya hani geliversen..
Hiçbirşey sormasan..
Hiç birşey söylemesen..
Sussam..
Sussan..
Sussak..
Susuşların anlattığını dinlesek..
Sırt sırta otursak..
Katılasıya ağlasak...
Sormasak birbirimize sebebini...
Sonra dönsek yüzyüze..
Sarılsam..
Sarılsan..
Sarılsak..
Ve yine hiçbirşey konuşmasak..
Ama anlasak..
Ne vardı sahi..
Olmaz ya..
Hayal ya..
Hani diyorum ; olsa ne vardı ...
--------------------------------------------------------------------------
*Aynı sokağın farklı köşelerinde birbirinin sadakasına muhtaç iki dilenci miyiz biz?
Sahi biz kimiz?
Ve neyiz?

23 Mart 2009 Pazartesi

Oy Çocuk !

Oy Çocuk ! Şimdi sen ağlıyorsun ya,
Göz yaşından vebalimi aldım bilesin..
Saklanıyorsun ya hani dar odalarda
Hani gizliyorlar ya seni...
Hani kınıyorlar ya...
Bakıp bakıp arkandan gülüyorlar ya,
Arkandan bakan gözlerimi oydum bilesin..

Oy Çocuk ! Şimdi sen ağlıyorsun ya,
Göz yaşından vebalimi aldım bilesin..
Hani susuyorsun ya cümlelere sarılıp
Hani dövüyorlar ya seni..
Hani öldürüyorlar ya ..
Namus olup alnından vuruyorlar ya..
Sana vuran ellerimi kırdım bilesin..

Oy Çocuk ! Şimdi sen ağlıyorsun ya,
Göz yaşından vebalimi aldım bilesin..
Hani kendine bile söylemiyorsun ya kendini,
Hani utanıyorlar ya senin aşkından,
Hani kaçıyorlar ya,
Dört harfle ruhuna sövüyorlar ya..
Sana söven dillerimi kestim bilesin..

Oy Çocuk ! Şimdi sen ağlıyorsun ya,
Göz yaşından vebalimi aldım bilesin..
Oy Çocuk ! Şimdi sen ağlıyorsun ya,
Ben seni çok seviyorum bilesin..

etkisiz eleman...

Toplamada ve çıkarmada 0 (sıfır), çarpma ve bölmede 1(bir)... Etkisiz eleman.. Hani işlem gördüğü sayıda hiç bir değişiklik yapamayan, yani o işleme laf olsun diye katılmış zavalı, kendini bi halt sanan şey.. Ne komiktir onun hali.. Ne kadar acınası..
Bir düşün, 25 i , yüzlerce defa sıfırla toplasan sonuç ne ? Yine yirmi beş....
Yada 12 yi 1 e binlerce defa bölsen ne yazar. Oniki onikiliğinden zerre kaybetmez..
Ne arttırır, ne eksiltir , etkisiz eleman..Ne varlığı ,ne yokluğu hiç bir şey ifade etmez, işleme girdiği sayı üzerinde...

Halbuki aynı sıfır ve bir başka işlemlerin içine dahil olsa ne muhteşem sonuçlar çıkar ortaya..
25 i sıfırla çarpmayı dene de gör.. Hatta 25 i değil +sonsuzdaki en büyük sayıyı.. Hadi durma çarpsana cesaretin varsa.. O toplamanın etkisiz elemanı, bir anda yutan eleman olsun da seni yok etsin.. Var mısın...

Belki de yanlış hayatların içinde var olmak istediğimizden bu kadar aciz duruma düşüyoruz. Belki de bu yüzden kendimizi işe yaramaz etkisiz elemanlar gibi hissediyoruz.. Olay, ne biz, ne karşımızdaki aslında ,yani sayıların hiç bir suçu yok bu işte.. Sadece yanlış işleme dahil olmaya çalışıyoruz hepsi bu..

Bunu kabullenmek o kadar zor ki..
Yani tamam, bu işlemden vazgeçtim deyip, bir başka işlemi alt üst etmeye karar vermek..

Ben mi?

Bütün sıfırlarımla yine aynı toplama işleminde var olmayı tercih ediyorum...
Ne? 1.854.657 ile çarpma işlemine girmek mi... Boşver, sonucu ezbere bilsem de seninle toplama işleminde etkisiz elemanı olmayı seçiyorum..
Üstelik bunu yaptığımı ruhun bile duymuyor.. Çünkü ben "etkisiz eleman"ım...

22 Mart 2009 Pazar

Bana öyle bakma..


O harika gecenin üzerinden on yıl geçmişti.. On tane koca yıl.. Hayat, aynı köşede bekleşen bizleri öyle farklı yerlere savurmuştu ki.. O yıllarda , on yıl sonra şurda, şu hayatı yaşıyor olacaksın deseler, koca bir kahkaha patlatır ve saçmalama derdim..
Saçmalamak.. Hangimiz saçmalamıştık acaba.. Hayat mı? Ben mi?
Neticede şimdi burdaydım, saçmalanmış bir hayatın muhasebesini yapmaktan yorgundum.. Bütün defterleri kapatmıştım.. Şüpheli duruma düşmüş alacaklarımın tamamını konusu kalmamış alacaklarım olarak anıyordum artık.. Aslında artık, hiç bir alacağımı anmıyordum.. Almıştım.. Hiçbirşey olmasa da dersimi yada boyumun ölçüsünü almıştım..
Hayat beni hep " en iddialı olduğum şeylerle imtihan etmiş", ben her defasında en iyi bildiğimi sandığım dersten kalmıştım..
.....
En sevdiğim mekanlardan biridir Sahaflar Çarşısı.. Kitap kokusu... Eski kitaplar.. Altı çizili satırlarda , hiç tanımadığın bir dünyanın kapısını aralamak, kitabın içinden çıkan bir küçük el yazısı notu saatlerce seyretmek ve onda belki de olduğundan daha derin birşeyler aramak.. Aramak...Sahi, ben o gün orda ne arıyordum? Tevafuk...

- Ahmet abi, geldi mi kitap ?
-Salı günü uğra..
Bu ses.. On değil, on bin yıl geçse ,kalabalıklar arasında bir fısıltısını işitsem farkedebileceğimi şimdi anladığım o ses..
....
On yıl önceydi..
Dönem mezunları için düzenlenen geceye, sırf o geceyi dışarıda geçirebilmek için katılacağımı söylemiştim evdekilere.. Gayem, insanlara delilik gibi gelen bambaşka bir şeydi oysa.. Onlara gidecektik.. O ve üç arkadaşının beraber kaldıkları öğrenci evine konuk olacaktım o gece.. ortak arkadaşımız Hasan, organizasyonun yapıldığı şık mekanın kapısından aldı beni. Taksiye bindik..kendimi , bu tuhaf kıyafet ve makyajın içinde, porselen bebek kostümü giymiş bir bez bebek gibi hissediyordum.. Hasan , ne kadar da eğlenmişti o halimle.. Ben nasıl utanmıştım.. Eve vardığımızda kapıyı Gürkan açtı.. İlk cümlem "hemen bana giyicek birşey ver" demek oldu.. Bir kaç dakika sonra yeniden normale dönmüştüm.. Gürkanın bana beş beden büyük eşofman ve kazağının için de bile az öncekinden daha "ben"dim..
Tam karşımda oturuyordu.. Ve gözleri.. Gözleri her zamanki gibi gözlerimle köşe kapmaca oynuyordu.. O kömür karası gözlerin , gözlerimde bıraktığı yarım kalmışlığı ikimizden başkası bilmedi.. Ve sesi.. Bir insan bu kadar mı güzel türkü söylerdi.. Yoksa bana mı öyle geliyordu bilinmez, söylediği her türkünün kahramanı olmak için can verebilirdim.. Bakmıyordu.. Gözlerime bakmamak için harcadığı çabanın farkındaydım, sebebini o kadar iyi biliyordum ki.. Sebebi, sebebimdi.. Gece boyu türkü söylendi.. Gece boyu gözlerini bir defa yakalayabildim, nasıl bir kaçıştı gözlerindeki, nasıl bir yalvarış.. Çok muzulmediyordum Ona.. Çok mu zalimdim..
Gece yarısı artık gitme vaktim geldiğinde , beni eve bırakmakla memur edilmişti .. İsteksizdi, biliyordum.. Taksiye bindik.. Ben, yeniden porselen bebek kostümlü, bez bebek olmuştum.. Yine bakmıyordu.. Caddede indik taksiden.. Hala gördüğümde bana onu hatırlatan köşede durdum.. "Sigara içelim dedim" kaldırıma oturup.. Çaresizce ,yanıma oturdu.. Sigaraları yaktık.. Birden bire "bana öyle bakma" diyiverdi.. En çocuksu kadınlığımla cevabını bildiğim soruyu sordum:

-Ama neden?
-Bakma işte.. Nedeni yok.."
-Neden? Nasıl bakıyorum ki...
-Zulmediyorsun..
-Etmiyorum..

-Ediyorsun...

Döndü, gözlerinde öfke, yalvarış ve daha adını koyamadığım onlarcası.. Yüzü yüzüme o kadar yakındı ki.. Gözleri gözlerimin o kadar içindeydi ki.. Öylece kaldık.. Sonra.. Sonra ,yıldızlar yağmaya başladı gök yüzünden, gök yarıldı, ay düştü avuçlarıma.. Dudakları.. Soğuk, titirek ve ince dudakları .. Kaç dakika ya da kaç yıl sürmüştü o an.. " Gidelim" dedi..Gözleri gözlerime "olmaz "larını anlatıyordu.. Gözlerim, olmazları umursamıyordu.. Kal deseydi ne olurdu? Gel deseydi ne olurdu?İkimizde bilemedik..
İki gün sonra Beyazıt meydanında karşılaştık.. Yanımdan geçip gidecekken ,kolundan tuttum:
-Ne oldu?
-İşim var... Gitmeliyim..

-Ne oldu dedim sana? Neden yüzüme bakmıyorsun?

"Neden mi" diye bağırdı meydanın ortasında..

-Neden mi? Çünkü ben sana aşığım.. Neden mi? Çünkü ben seni istiyorum? Neden mi? Çünkü asla olmaz.. Olamaz, biliyorum.. Neden mi? Neden haa.. Neden.. Nedensiz.. Şimdi git.. Ve yalvarırım bir daha karşıma çıkma..

Gitti.. Meydandaki kuşlar çığlıklar atarak havalandılar.. Minareler üzerime yürüyüp azarladılar beni.. Taşlar tuttu ayaklarımdan, peşinden koşup gidemedim bile.. Kala kaldım öylece.. Kala kaldım bir "nedensiz" nedenden...
......

- Ahmet abi, geldi mi kitap ?

-Salı günü uğra..
Onun en sinir olduğu şeydi millete laf atmalarım.. Sesleniverdim arkasından :
-İstediğin kitap değil ama başka bir kitap var arkadaş , ilgilenir misin..

Döndü..
Gözleri.. Hiç değişmemişti.. Yine köşe kapmaca başlamıştı.. Ama ben artık büyümüştüm sanırım, kovalamadım gözlerini..
Ayak üstü birkaç cümle.. Devamı çınaraltında karşılık içilen çayla beraber.. On yılın hesaplarını özetledik.. Acılarımızı, günahlarımızı kendimize saklayarak.. İkimiz de biliyorduk, görünen kadar olmadığını hiçbirşeyin.. Ama yormadık birbirimizi nedense.. Belki de duyacaklarımızdan sorumlu olmaktan korktuk.. Kim bilir?

Dayanamadım sordum,çocukça bir muzırlıkla :
-Sahi sen neden gittin?
-Nedensiz..

-Hadi ama...

-Lütfen yapma.. Hem ayrıca...
Sustu..

-Hem ne?
-Hem ayrıca... Bana öyle bakma...

şimdi susma sırası bendeydi.. On yıldan sonra .." Bana öyle bakma.."
Ve hala "bana öyle bakma"

Sustum..
Beyazıt meydanında ikimiz.. On yıl sonra birkez daha.."Hoşçakal" dedi.." Hoşçakal" dedim..
Başka birşey diyemedik birbirimize.. Bu kez ikimizin de bir sürü nedeni vardı çünkü.....

21 Mart 2009 Cumartesi

beni seviyor musun?

Kadın ve erkek arasında 7 den fazla fark olduğu muhakkak..
Bu farkların ne olduğunu açıklamak değil niyetim.. Öyle bie esiverdi aklıma bir vesile ile farkların sadece birinden bahsedeceğim..
İki cins arasındaki farkın bence en ilginç olanlarından biri şu :
Erkek öğrenmek, kadınsa zaten bildiği şeyi teyid etmek amacıyla soru sorar..

Hiç bir kadın ,güzel olmadığını düşündüğü halde, "çok mu çirkinim" diye sormaz..
Hiç bir kadın, zekasından emin değilse, "beni zeki buluyor musun" sorusunun yanından bile geçmez...

Kadının sorusu kendince malum olanın ilan edilmesini istemesidir sadece...

Hele bir soru var ki; bir kadının bunu sorabilmesi için bundan adı kadar emin olması gerekir :BENİ SEVİYOR MUSUN?
Evet, işte bu soruyu sormadan önce, kadın ,aslında binlerce defa sevildiğinden emin olmuştur.. Bu soru bilmek değil, duymak için sorulur sadece..
Kadın kumar oynamaz çünkü.. o ayakları yere basan ve enteresan bir zeka işleyişi olan türdür.. Bildiği soruları sorar.. Aslında merak ettiklerini ise asla doğrudan sormaz.. Bu tür sorular için ,alengirli taktikleri herzaman mevcuttur..

İstisnalar kaideleri bozmaz.. o yüzden hemen atlayıp "ama ben öyle diiiliiilmm " deme sevgili okur..

Öyle aklıma geliverdi yazdım işte..
Ve Rabbime birkez daha şükrettim beni kadın olarak yarattığı için.. Ya erkek olsaydım ve kendimi , aslında cevabını bildiği soruları sorup duran bir kadınının, cevaplarını teyid eder halde bulsaydım..
Kabus olmalı..

Ama ben kumar oynamayı seven kadınlardanım..
Herkesi ve herşeyi sevebilirim..
Sıkı dur bakalım :
BENİ SEVİYOR MUSUN?

efendim?
Duyamadım...

20 Mart 2009 Cuma

a-lış-ma-ya-ca-ğım....



İnsan bu..Alışıyor.. Hem de nelere… Aslında alışmaması gereken binlerce kötü, korkunç, iğrenç şeyi bile içine sindirebilme meziyetine (!) sahip tuhaf mahluklarız biz..

İnatla alışamadığım, yadırgadığım şeyler var hala.. Hala, kendimden umudu kesmedimse bundadır zaten..

Alışmaya dair küçük bir hikayeyi paylaşmak istedim seninle sevgili okur.. Bazı şeylere asla alışılmasın istiyorum, bazı şeyler ne olursa olsun normalleşmesin ,bazı şeyleri duyunca yada görünce istiyorum ki kan beynimize çıksın, hiç bir şey yapamasak da en okkalısından bir küfür savuralım şöyle..

Yadırgıyor olmak çağdışı olmak değildir sevgili okur.. Olsa olsa biraz daha İNSAN olmaktır bence..

Gelelim hikayeye ;

Zamanın birinde şehirde büyümüş kızımız ,bir köye gelin gider.. Sizinkileri bilemem ama benim memleketimin köylerinde ahırlar ,evlerin ya altında yada hemen arkasındadır.. Ve o ahırdan gelen koku, köyümdeki evlerin doğal oda parfümleridir..

Kızımız,bakmış evin içinde bir koku.. Tabii , yeni gelin kaprisi sayılır korkusuyla utana sıkıla kaynanasına soruyor.. Kadıncağız durumu izah ediyor gelinine..

- Anam kızım, bu kokunun önü kesilmez.. Alışırsın zamanla sen de..

Gelin kızımız kendinden emin , “peki” der sadece.. İçinden “ ben de bu evi bir temizleyeyim de görün bakalım, koku filan kalıyor mu” diye geçirir..

O güden itibaren, kızımız elinde bir bez, sabahtan akşama kadar evi temizler durur ama nafile.. Günler , haftalar, aylar geçer.. Gelin, elinde bez temizliğe devam.. Bu arada gelin kız evin doğal kokusuna alışır hem de alıştığının bile farkına varmadan..

Derken; bir gün kızımız hışımla odaya girer, muzaffer bir komutan edasıyla.. Elini beline koyar ve kaynanasına dönüp şöyle der :

-Hani , kokunun önüne geçilmezdi.. Bak, temizleyince nasıl kesiliverdi koku, gördün mü?

Kaynana, anlayışlı bir tebessümle bakar geline, “ haklısın kızım” der ve susar..

Hâlâ alışamadığım çürümüşlüklere ömrümün sonuna kadar alışamamayı diliyorum sadece..

Ve susuyorum…

gizli özne..


Sustuğum "SENİ SEVİYORUM"ların gizli öznesiyim ben..

19 Mart 2009 Perşembe

zulüm & zalim


Zulüm ;

Birine hak ettiği kadarını vermemek mi sadece?

Yoksa ..

Hak ettiğinden fazlasını vermek de mi zulüm?

.....

Öyleyse ben ZALİMim.

Nakavt....


Bütün ilişkiler bir boks müsabakası gibidir” diye başladı ahkâm kesmeye... “Rakibini tanırsın önce. Zayıf noktalarını, güçlü yumruğunu öğrenirsin küçük yoklamalarla... Asla ringe çıkar çıkmaz nakavt etmezsin ne kadar güçlü olsan da... Böylesi zevk vermez kimseye, ringde biraz şov yapmak istersin. Küçük ve asla devirmeyen yumruklar aslında tanışma aşamalarıdır... Sonra gittikçe açılırsın... Rakip bazen lüzumundan daha zayıftır. Zoru seviyorsan eğer, kendine daha fazla eziyet etmeden bitirirsin işini... Galibiyetin hazzının yaşayamazsın bile... Ama rakip güçlüyse dikkatli olmalısın. Asla bir kol boyundan fazla yaklaştırmamalısın kendine, Ani bir yumrukta yüzünün dağılmamasını ancak böyle sağlayabilirsin..”
Küçük misafirini yolcu ettikten sonra kendini, kendi müsabakalarını düşündü. Asla olmak istemediği ringlere mecbur edilişini. O ringlerde defalarca yere yığılışını , yere yıktıklarını.. “Böyle olması şart mı sanki” dedi kendi kendine. Artık ringlere çıkmak istemiyordu.Aslında hiçbir zaman istememişti bu türden bir dövüşü. Ama kabus gibi işte, ne zaman biriyle tanışsa, o iğrenç kapan misali kafes kapanıveriyordu üzerlerine. Her tanışma yeni bir müsabaka, her tanışılan yeni bir rakip.

Ölümcül bir müsabakaydı, asla berabere bitmeyeceğini her iki tarafında bildiği...
Her zaman yumruğunu indirip, nakavt olmayı beklerdi. Zira, bu ringlerdeki galibiyetler aslında mağlubiyetti bilirdi. Kimin güçlü olduğunun ölçüsü değildi ki bu... Taktiği iyi bilen, açığı iyi görebilen herkes karşısındakini devirebilirdi. Bütün açıkları görse de, tekniği tüm rakiplerinden iyi bilse de asla galip gelmeye çalışmazdı. Bazen karşısındakini çıldırtacak kadar savunmasız dururdu ringin ortasında. Hamle et! diye bağırırdı karşısındaki.. O, sadece gülümseyip bakardı. Rakip de bilirdi neler yapabileceğini ve yapmadığını. Adil olmak için hemen devirmezdi. Hadi derdi rakibi sürekli ve gittikçe artan bir öfkeyle. O sadece gülümserdi. Sonunda dayanamazdı karşısındaki bu küçümser tavra, lanet olasıca derdi, Bir yumruk... Sonra hep... 10-9-8-…3-2-1 nakavt.

İşte yine başlıyordu. Rakip güçlü, tekniği mükemmel... Tabii bu tekniği bilmeyen ya da anlayamayan biri için... Off diyordu kendi kendine. Benim küçük üçkâğıtçım, bütün tekniklerini biliyorum bu oyunun . Seninki aslında en kaypak olanı ama seni kırmayacağım, madem istiyorsun, oynayalım.

Birbirinin günlüğünü gizlice okuyan iki arkadaş gibiydiler. İkisi de birbirinin neyi ne kadar bildiğini biliyor ama hiçbir şey söylemiyordu. Dışardan bakınca riyakârca gelebilirdi ama aslında çok temiz bir dövüştü. Rakibin sol yumruğu, bir tek yumruğu onu devirebilirdi, biliyordu. Hatta devirmekten fazlasını bile yapabilirdi, öldürebilirdi... Ama yapmayacağını da biliyordu.. Aslında bu kadar acımasız olan bir rakip hakkında neden böyle düşündüğü kendisi için bile bir muammaydı. Belki de sadece öyle olduğuna inanmak istiyordu.
İşte yine durdu ringin ortasında. Gel dedi. Gelmiyordu. Birden hiç beklemediği bir şey oldu. Rakip yumruklarını indirdi. Tıpkı O'nun gibi ringin ortasında durdu. Birbirlerine bakıyorlardı. Gözlerinin arkasındaki özleri arar gibi bakıyorlardı birbirlerine. Keşke diyordu, keşke gelse ve sarılsa bana. Bir mucize olsa ve gelip sarılsa... Ama gelmeyeceğini çok iyi biliyordu. Asla gelip sarılmayacağını, bu defa O'nun başkalarına yaptığını yapıp, O’nu küçümseyeceğini biliyordu. Vurmayacaktı... Çünkü gücünden emindi. O da yumruğunun ne yapabileceğini biliyordu. Bunu ikisi de bildiği için nakavt olmasa da galibi malum bir maçtı bu aslında. İlk defa yeniliyordu...
Hayatında ilk defa gerçekten yeniliyordu. Buna dayanamayacak kadar büyük bir kibri vardı. Lütfediyorsun demek dedi. Demek bana bir hayatı lütfediyorsun. Rakibi sadece gülümsedi... Ringin kenarına gitti. Sarılmanı beklerdim, sarılarak yenişmemek isterdim. Ama sen dost olduğun için vurmuyor değilsin, sen sadece küçülterek öldürmenin ne kadar acı vereceğini biliyorsun. Sen canımı en çok yakacak şeyi yapıyorsun. Sen dost değilsin…
Ringin demirlerini tuttu. Son defa dönüp rakibine baktı, yüzünde asla unutulmayacak bir ifade vardı. Keşke dostun olma şansını verseydin diyebildi. Rakibi duydu mu duymadı mı bilinmez. Kafasını ringin demirlerine sadece bir defa vurdu.
Yerdeydi, dağılmış kafası, dört yana dağılmış et parçacıkları arasından rakibine seslendi. “Hadi say...”
10-9-8…. 4-3-2-1 nakavt...

18 Mart 2009 Çarşamba

pişmanlık üzerine.... yorumsuz....

Nice kez, hata işleyen biri hakkında,sanki o sizden biri değilmiş de bir yabancı ve dünyanıza başka yerlerden gelme birisiymiş gibi konuştuğunuzu duymuşumdur.
Oysa ben diyorum ki: Nasıl en kutlu ve en doğru bile sizlerin her birisinin içindeki Yücelik’ten daha yüce değilse,
En kötü ve en alçak de yine her birinizin içindeki o Alçaklık’tan daha alçağa erişemez.
Nasıl ki bir yaprak, tüm ağacın sessiz bilgisi olmadan sararamazsa,
Hata işleyen de sizlerin tümünün gizli isteği ve onayı olmadan hata işleyemez.
Tıpkı bir sürecin kendi başına ilerleyişi gibi, sizler de hep birlikte tanrısal benliğinize doğru ilerliyorsunuz.
Bu ilerleyişte yol da yolcu da sizlersiniz.
Aranızdan biri tökezler de düşerse,arkasından gelenler için düşmüş demektir; onun ayağına takılan taş arkasındakilere uyarı olmalıdır.
Aynı şekilde, düşen, önde sağlam ve hızlı adımlarla yürüyenler için de düşmüş demektir.;çünkü onlar geçip giderken taşı bir kenara itmemişlerdir.
Belki yüreklerinize ağırlık verecek ama, şunları da söyleyeceğim;
Öldürülen, kendi ölümünden dolayı sorumsuz değildir.
Ve soyulan, soyguna uğradığı için suçsuz değildir.
Doğru olan, kötünün yapıp ettiklerine bakılarak masum sayılamaz.
Zalim zulmünü işletirken, Ak-ellilerin elleri temiz olamaz.
Evet, suç işleyen kimse çoğu kez yaraladığının kurbanıdır
Dahası; mahkum kılınmış olan, suçsuz ve günahsızların yük taşıyıcısıdır.
Haklıyı haksızdan,iyiyi kötüden ayırt edemezsiniz;
........
ve ey siz doğruluktan yana olması gereken yargıçlar,
dış görünüşüyle dürüst fakat ruhen hırsız biri için nasıl bir ceza düşünürsünüz?
Gövdesiyle katil, ruhuyla kurban olan birisi için hangi cezayı uygun görürsünüz?
Olay sırasında hain ve saldırgan davranmış olan, bir o kadar da incitilmiş ve öfkelendirilmiş olan birini nasıl sorguya çekersiniz?
Sonra,çektiği pişmanlık yaptığı hatalardan kat be kat yüksek olanları nasıl cezalandırırsınız?
Hem pişmanlığı tattırmak sizlerin hizmet edebilmeye uğraştığınız kanunun öngördüğü Adalet’in hedefi değil midir?
Buna rağmen sizler, ne masumların yüreklerine pişmanlık sokabilecek, ne de suçluların yüreğindeki pişmanlığı söküp atabilecek durumdasınız.
Gece oldu mu,pişmanlık çağırılmadan çıkagelir ve insanlar derin uykularından uyanıp kendilerine baksınlar ister.
Ve ey adaleti tanıması gereken sizler,yapılan işlere tüm aydınlık altında bakamadıkça, onları anlayabilir misiniz?

Ayakta dimdik duranla, yere düşmüş olanın, cüce-benliğinizin gecesiyle tanrısal-benliğinizin gündüzü arasındaki alacakaranlıkta bekleyen aynı adam olduğunu bilmenizden sonradır ki,
Tapınaktaki köşe-taşının, yapının temelindeki en alt taştan daha yüce olmadığını ancak anlayabilirsiniz.


ERMİŞ

HALİL CİBRAN

17 Mart 2009 Salı

Rüya(m) mı?


-Gidelim mi?

- Hıı hıı.. Ama önce limana gidebilir miyiz?

- Limana mı? Neden?

- Denizi görmek istiyorum..

- Seni uyarmalıyım.. Gördüğün deniz ,daha önce gördüklerine pek benzemeyecek.. O yüzden, istersen...

-Olsun, yine de görmek istiyorum..

Birlikte evden çıktık.. Andan kısa bir sürede vardık limana ..

Liman… Deniz çekilmişti… Çürümüş balçık kokusu insanın içini bulandırıyordu.. Çamura serpilmiş bir avuç gümüş sikke gibi parlıyordu ölü balıklar.. Geride kalanlarsa, mutlak sondan kaçabileceğini sanıp kıvranıyordu.. Can çekişmek…

O mavi su.. O, en son gördüğümde, içinde her ne varsa hepsini sükunetle gizleyen suskun kadın, gitmişti… Deniz, terk edip gitmişti.. Beklenmedik şekilde, ansızın.. Geride ayak izi bile bırakmadan çekip gitmişti..

Mavi bir kırlangıç belirdi başımızın üstünde.. Birkaç daire çizdi.. Sonra birden, o minicik gövdesinden beklenmeyen bir çığlık savurdu gökyüzüne.. Hiç direnmeden, sanki kanatlarını bile isteye kıpırdatmadan süzüldü, süzüldü.. Ve düştü çürümüş balçığın üzerine.. Terk-i diyar eyleyen denizin peşinden, son mavi kırlangıç da vazgeçmişti her şeyden..

-Ahh! Neden?

………..

Doğruldum yatağın içinde.. Tuhaf bir yorgunluk hissediyordum.. Milyonlarca kilometre yürümüşçesine bitkindim.. Ev ne kadar da sessizdi. “Uyuyor olmalılar” diye düşündüm.. İsteksizce kalktım, oturma odasından belli belirsiz sesler geliyordu.. Yine televizyonu açık bırakarak uyumuş olmalıydı..

Hayret! Uyanıktı.. Kanepede oturmuş, gözlerini tavana dikmiş öylece duruyordu.. Hiç hareket etmeden.. Kül tablasında ,kendi kendine yanıp tükenmiş sigarası kadar sessizdi.. "Günaydın" dedim.. Cevap vermedi.. Cevabını almadığım günaydınlara alışkın olmasam tedirginliğim o anda başlardı.. Ama alışkındım.. Bir şey olduğu muhakkaktı. Ama ne? Diğer kanepeye uzandım.. Garipti.. Sabah uyanır uyanmaz , gri dumanı damarlarıma ve ciğerlerime doldurmak için sabırsızca yaktığım sigaraya dönüp bakmak bile istemiyordum..

Sessizce uzandığım yerden O'nu izliyordum.. Böyle durumlarda , ördüğü duvardan içeri girebilme ihtimali olmadığını bilirdim.. Tek kelime konuşmadan , bekledim.. Hep beklediğim gibi.. Ağlamaya başladı.. Başını ellerinin arasına alıp, sarsıla sarsıla ağlamaya başladı.. Neler oluyordu? Tam karşısına, dizlerimin üzerinde oturdum.. Ürkek bir fısıltıyla “ne oldu?diye sordum.. Cevap yok.. Dakikalarca , hiç görmediğim kadar büyük bir acı çekişle ağladı.. Elimden hiç bir şey gelmiyordu.. Paketteki bitmek üzere olan sigaralarından birini çekip, yaktı.. Başı, çökmüş omuzlarının arasına iyice gömülmüş halde kalktı, ayaklarını sürüyerek balkona çıktı.. Peşinden gittim..Otobandan, büyük gürültülerle geçip giden otobüsleri görmediğinden emindim.. Birden rahatladım.. O da ordaydı.. Rüyaydı bu.. Nihayet dedim kendi kendime.. Kabusun ortasında, bunun aslında rüya olduğunu fark etmenin verdiği bir huzurla ferahladı göğüs kafesim..

Bana gülümsedi.. Başımla selamladım O'nu.. Sessizliği bozan O oldu..

-Öğrendin mi?

-Neyi?

O nu işaret ederek sordu :

-Neden ağladığını biliyor musun?

-Hayır.. Sordum .. Ama söylemedi.. Neler olduğunu biri bana anlatsın artık..

Gel” dedi.. O'nu balkonda bırakıp içeri girdik.. Yatak odasına yürüdük birlikte.. Hiç bir şey konuşmadan… Odaya girince “ bunu gördün mü ?” diye sordu, kapının sol tarafındaki yatağı işaret ederek…

Yatak.. Yatağın üzerinde, içindeki şarabı boşaltılmış sarı bir kadeh gibi uzanmış yatan biri.. İnce, ip ince.. Bir kız çocuğu değil.. Ama öyle sanki.. Ten.. Sanki baktığında içindeki herşeyi görebilecekmiş hissini verecek kadar şeffaf bir ten.. Ve göz kapaklarındaki sonsuz huzur.. Bütün iddialar, bütün çırpınışlar, bütün sancılar yerini sessiz bir huzura bırakıp gitmiş sanki..

Yatak ..

Balçığın yüzüne düşen küçük mavi kırlangıç…

Siyah bir denize düşen kırmızı bir damla..

Ve.. Kendimle baş başa kalışım.. Kendime sarılışım.. Kendime bakışım.. Öyle uzak.. Öyle yabancı..

Gidelim mi artık dedi..

- Tamam..Ama önce …

- Limana mı?

Durdum vazgeçtim, malumu yaşamaktan.. Son defa baktım yüzüme..

-Hadi gidelim artık..

16 Mart 2009 Pazartesi

Usta yüreğimde düşen acemi bir sevdaydı gözlerin..

Usta yüreğimde düşen acemi bir sevdaydı gözlerin

Oysa
Yürek,
Ustasıydı tek başına sevmelerin..

Savaşlardan henüz çıkmıştı ten,
Yorgundu..
Duman yükseliyordu
Tekrar tekrar yıkılan evimden

Ve keskin bir kan kokusu,
Damarımda donup akamayan..
Tütsüler..

Harabelin arasından çıkıvereren sen,
Ve senin göğü veren gözlerin
Ve sanmalar,
Sanmalar..
Ve yanılmalar ardından
Düşmeler..
Sonra..
Bildik ayak sesleri gitmelerin;
terketmelerin
bitmelerin..








Tek başına sevmelerin gizli öznesiydi..

Kendime yağmak..



anlamak yok çocuğum anlar gibi olmak var.

akıl için son tavır saçlarını yolmak var.

Kendime bile ağırım bu aralar.. Bu aralar, kendime bile fazlayım.. Yine can, ten kafesin içine sığmıyor , sığamıyor.. Kafese hapsolan her kuş gibi ordan oraya savuruyor kendini.. Can acıyor,can kanıyor, can parçalanıyor..

Sorunum ne benim ey akıl, ey ruh, ey her neysen?

Nedir bu hal? Yoruldum.. Kendi kendimi mi yoruyorum? Yoksa gerçekten beni yoracak şeyler mi var etrafımda?. Ben mi büyütüyorum? Yoksa gerçekler mi beni küçük küçücük parçalara bölüyor?

Bir saniye bile susmayan geveze kocakarılarla dolu içim.. Beynimi kemirip duran sorulara verecek cevaplarım yok artık.. Bilmediğim soruları boş bırakıyorum.. Tekrar başa dönüp cevaplamak için.. Cevaplayamadığım soruları milyonuncu kez okuyup boş bırakıyorum.. Soru işaretlerinin ters dönmüş çengellerine asılıp kalıyorum öylece.. Biri gelip derimi yüzsün diye mi bekliyorum? Ben ne yapıyorum?

Masallar –gerçekler birbirine karışıyor.. Bir gün masal uykulara sarılıp uyuyorum, ertesi gün gerçek mi hala masal mı çözemiyorum.. Yüzler, maskeler birbirine karışıyor.. Hangi oyunda hangi rolü oynuyordum bilemiyorum.. Kostümlere , maskelere yabancılaşıyorum.. Sadece İSTEMİYORUM diyorum kendi kendime.. Sakın sorma neyi diye.. Neyi istemediğimi bile bilmiyorum..

Bu kadar ani iniş çıkışlar, bu kadar keskin virajlar olmamalı insanın içinde.. Savrulup kalıyorum.. Olduğum noktada defalarca dönüp, durduğumda ne yana gideceğimi bile bilmiyorum..

Aklım karışık.. Aklım.. Karışık.. Karışık olan aklım mı.. Yoksa o durgun suya elimi ben mi daldırıyorum.. Hiçbir şey kontrolümde değil sanki.. Korkuyorum..

Şimdi belki biri gelecek ve “ waoow süper, ne güzel anlatmışsın” diyecek.. Oysa ben , bu hali yaşarken mahvoluyorum… Lanet olsun.. Ne güzel anlattığım o halleri, o anları, o hikayeleri hiç birini yaşamak istemiyorum..

İki gün önce konuştuk onunla.. Anlattım olanı biteni.. O bile.. Evet O bile, huzur verecek bir cümle bulamadığını itiraf etti biliyor musun?

Sabah işe gelirken otogarın önünden geçtim yine.. Bu şehirden en uzak nereye otobüs seferi var acaba? Yok…Uzak yada yakın fark etmez mi yoksa? İlk otobüse mi atlamalıyım? Saçmala salak diyorum kendi kendime, hiçbir yere gidemezsin sen.. Sen gitmeyi bile beceremezsin.. Yapmayı istediği hiç bir şeyi yapmaya cesareti olmayan , sahibi olduğu şeyleri tarafından esir edilmiş ve hiç birini kaybetmeyi göze alamayan “BEN” den nefret ediyorum..

Dün keyif alarak yaşadığım pek çok şey bugün azap olarak düşüyor koynuma.. İçimdeki sesleri susturamıyorum.. An geliyor hayattan bütün izlerimi silip yok olmak istiyorum ortadan hiç yaşamamış, hiç yaşanmamışçasına, an geliyor hayatın tam ortasına dalmak istiyorum.. Kalabalıklara karışmak, yoldan geçen herhangi birinin yerinde olmak istiyorum.. Kocaman sesli kahkahalar atmak, vitrinlerden giyemeyeceğim elbiseleri seyretmek, yanımdan geçen adama tanıyormuşçasına dikkatle bakmak, kalabalığın aktığı yöne doğru akmak istiyorum.. EL, tutup ensemden çekiyor beni.. Hiçbir yere gidemezsin diyor.. Çaresiz bir masal uçurtmasının kuyruğuna yapışıveriyorum.. Birgün kopacağını bile bile sıkıca tutuyorum onu şimdilik..

Saçmalıyorum sanırım… Sıklıkla yaptığım gibi.. Yapabilir miyim bugün yine, dün gibi, önceki gün gibi, maskemi takıp gülümseyebilir miyim? Yapabilir olmaktan nefret ediyorum.. Bu kadar güçlü olmaktan da.. Belki de güçlü sanılmaktan… Yıkılmak istiyorum.. Dağılmak.. Devrilmek.. Biri tutup kaldırsın istiyorum.. Kendi kendimin, omuzlayanı olmak istemiyorum..

Arınmak..

Yıkanmak…

Unutmak..

Unutulmak…

Bırakmak..

Kaçmak…

Koşmak..

Uyumak…

Sonsuzda kaybolmak…

Kanatlarımı yakmak…

Ve bambaşka kanatlarla uçmak…

Bugün yağmur olup kendime yağmak istiyorum…

15 Mart 2009 Pazar

Yoksa???


Bu şehir sandığım kadar küçük değil mi yoksa???

Hayır küçükse , hala nasıl oluyor da???

Yoksa???

Yok artık canım, daha neler...

14 Mart 2009 Cumartesi

mahkeme


Hakim : İllegal bir atış tespit edilmiş kalbinizde..

Ben : Doğrudur efendim..

Hakim : Geçen sefer sizi uyarmıştım, bu yüzden infazınız yanacak biliyorsunuz değil mi?

Ben : Biliyorum efendim.

Hakim : Pekii.. Var mı söylemek istediğiniz birşey?

Ben : LâL olma hakkımı kullanıyorum efendim..

13 Mart 2009 Cuma

Büyücü...


Büyücü hırsla vurdu asasını yere ve haykırdı :" Işık..Lanet olsun bir parça ışık…”

……………

Kördü gözleri .. Yıllar, yüz yıllar önce feda etmişti gözlerini.. Bir gece rüyasında gördüğü o yüzü bir kez daha, rüyasında bile olsa bir kez daha görebilmek için feda etmişti..

Işığını feda edeceğinin farkında mısın” dedi Tanrı.. Büyücü, şimdiye kadar kimsenin duymadığı o korkunç sesiyle mırıldandı sadece ..

-Onu bir kez daha görebilmek için sahip olduğum her şeyi verebilirim.

-Ya ışığını.. Gözlerini..

-Herşeyi…

Büyülenişi, Tanrıları bile dize getirdi... Ve Tanrılar, bu hesapsız tutku karşısında eğildiler büyücünün önünde.. “Sana sadece Onu görmeyi bahşedeceğiz” dediler..

Sadece Onu görmek…

Korkunç bir karanlığa gömüldü o günden sonra Büyücü.. Delirten, çıldırtan bir karanlık.. Ve sesleri dinlemeyi öğrendi.. Ve sessizliği.. Günü ve geceyi seslerinden tanımayı öğrendi.. Gündüzleri göremediği o eşsiz güzellikteki tanrıçayı, sadece geceleri görebildiğini fark etti bir süre sonra.. Ay ışığı sandı Onu.. Karanlıkta bir anda beliriveren ama güneşe mağlup olan bir ay ışığı.. Yahut ,bir yıldız.. Ve onun asılı olduğu göğü ,tutup çekmek istedi defalarca.. Büyücü.. Büyülerinin tükendiği noktada, onu görebilmek için, yüzyıllar boyu geceyi bekledi..

Karanlık.. Delirten, çıldırtan bir karanlık..Çakal ulumaları, baykuş sesleri ve gece.. Herkesin şerrinden kaçtığı en uğursuz gecelerde uçurumun kenarında ,asasına sarılarak öylece bekledi.. Ve her defasında geldi beklenen.. Geceler boyu O’nun mavi siyah saçlarını okşadı Büyücü.. Geceler boyu, bütün kibrini pelerininde soyunup ağladı.. Şahidi olan asasından utanmadan ,yüzlerce yıllık ömründe ilk defa ağladı…O ağladıkça, şehirleri tufanlar aldı.. Her isyanında yıldırımlar yağdı gökyüzünden.. Büyücü , Onu her görüşünde ağladı.. Tırnaklarını göğün ve toprağın göğsüne takıp parçaladı hepsini.. Yeri göğü birbirine kattı.. “Bir kez olsun, dokunsam” dedi tenine.. Dokunmayı daha arzularken bile teni yandı..

Tanrılar, Büyücüyü izlediler uzaktan.. Ağlayışını..Feryadını..Yanışını.. Tükeniyordu.. Tanrılardan biri dayanamadı sonunda, gece rüzgârına ses oldu ve fısıldadı Büyücünün kulağına: “Hepsi rüya… Hepsi rüya.. Rüya…Rüya…”

İrkildi Büyücü…Kulağına gelen ses, Onu çekip aldı mavi siyah saçları okşarken.. Parmakları, mavi siyahlarda esir kaldı..Gerçek olabilir miydi? Yüzyıllarca, bir rüyaya âşık olmuş olabilir miydi? Yüzyıllardır, bir rüyanın saçlarını okşamış, bir rüyayı arzulamış olabilir miydi?

Beynine bir kıymık saplanmıştı bir kere… Gündüzün seslerini dinledi.. Ardından geceyi.. Gözlerini bir saniye kırpmadan üç gün üç gece boyunca bekledi… Gelmedi… O mavi siyah saçlar bir defa bile gelmedi..

Büyücü… Öfke ve acıya bölüştürdü yüreğini… Kendini kandırmayı denedi.. Yapamadı… Yüzyıllar boyu bir rüya uğruna göremediklerinin acısı, aşkının rüya oluşuna karıştı.. Acılarını, öfke kırbaçlarına dönüştürdü. “Bir küçük zan uğruna ışığını feda edebilen” aklını paramparça etti…

Çağlayanların seslerini dinledi, kuş ötüşlerini, erguvanların kokularını çekti ciğerlerine…Hiçbirini göremedi.. Bilmediği yollarda kaybetti adımlarını.. Yıllarca , yürüdü perişan ayaklarıyla.. Pelerinini ve sihirli cümlelerini bir söğüt ağacının dalında asılı bıraktı..

Yorgundu.. Bin yıllık yorgunlukla geri döndü başladığı noktaya.. Avucunda kalan bir koca avuç “hiç”ve ağlayışlarının dilsiz şahidi asasıyla uçurumunun kenarındaydı yine.. Otlarda bir hışırtı, toprakta minik bir titreşim ve içine ok gibi saplanıveren bir ses: “Nerdesin? Seni o kadar çok bekledim ki?” Gözlerini yokladı.. Açıktılar.. “Rüya değilmiş” diye haykırdı.. “Rüya değilmiş”… Eğildi, önce toprağı yokladı hissedip hissedemediğini sınamak için.. Ve ardından uzattı ellerini mavi siyah saçlara…Dokundu, titredi…

Yüzyıllardır beklediği, dilediği aşk karşısında öylece duruyordu.. Tanrılarla anlaşma yaptığı güne lanet etti..

Hırsla vurdu asasını yere ve haykırdı : “Işık..Lanet olsun, bir parça ışık…

Tanrılar, kendilerinden başkasına tapan Büyücüyü asla affetmediler…

Büyücü, aşkı sonsuza dek göremedi…

Bitmeyen Sorgulamalar...


Hayata dair bildiğin bir sürü şeyin yalan olduğunu öğrenmek o kadar dramatik ki.. İnsan, ailesi sandığı insanların aslında birer yabancı olduğunu öğrendiğinde bir travma yaşar ya hani.. Yok, merak etme, evlatlık filan değilim..Ailem, gerçekten ailem.. Yani sanırım öyle.. Bilmem, araştırmadım aslında.. Neyse , hiç olmazsa onlar gerçek olsun. Bu kadar çok yalanı yaşamış olmayı kaldıramaz bu sefil .. O yüzden kurcalamayacağım.

Atlanmış bir replik gibi kala kaldım hayatın orta yerinde.. Aslında hiç yokmuşum..Ben , inandığım her şey, mukaddeslerimin bir çoğu...Meğer hepsi aklımın bir oyunuymuş.Bir şizofrenin sanrıları demeye dilim varmıyor.. Kendime karşı bu kadar acımasız olamayacağım.

Öğretileri sorgulamak varmış günün birinde.. Canımı yakan, bunu yapmakta bu kadar geç kalmış olmak. Yolun yarısını geçmeden önce yapmalıydım bunu .Çook önce ..Vakit kaybı..Bir kez daha.. Şimdi diğerlerinden çok daha hızlı koşmam gerekiyor.. Farkı kapatabilecek miyim bilmiyorum.. Geç kalmış olmaktan korkuyorum.. Koşmalıyım.. Duracak, dinlenecek vakit yok.. Öyle düştüğüm zaman durup dizimdeki sızıyı nazlayacak lüksüm kalmadı artık.. İnsanın yarasına pansuman yaparken koşmaya çalışması çok zor.. Fakültede 3 yıl kaybettiğimde yaşamıştım bunu.. Ucuz tecrübeleri çok pahalıya satın aldım.. Kazıklandım…

Eğer anneniz ev hanımıysa ve yıllarca mesleği olmamanın ezikliği ile yaşamışsa,O'nun hayatla ve babanızla olan hesabını görmeniz, anadan kıza size kalıyor.. Okumalısın, mesleğini eline almalısın, paranı kazanmalısın, kocana muhtaç olmamalısın, kendini ezdirmemelisin, eyvallahın olmamalı.. Veee çelişki şimdi başlıyor. Sıkı dur… Evleniyorsun.. Bütün bunların yanında mükemmel yemekler yapabilen bir kadın olmalısın, evin her zaman mis gibi kokmalı, balkondaki çamaşırlar beyaz ötesi renginde ve düzgün bir biçimde asılmalı, kocanın pantolonunu ütüsü tek çizgi, dolaplardaki çamaşırlar vernel kokmalı…Ne kadar tükenmiş olursan ol, eve gelen oğlunun saçma olsa da günlük anılarını olağan üstü bir dikkatle dinlemeli, saçlarını okşamalısın, ödevlerini yapmasına yardım etmeli, yatağa yattığında ona çaktırmadan çantasında olabilecek zararlı şeyleri kontrol etmeli, üzerini örtmeli,ışığını kapatıp yanağına iyi geceler öpücüğü koymayı asla unutmamalısın. Sonra odaya gelip, sevgili eşinle ilgilenmeli yedi gün yirmi dört saat onu memnun etmeye hazır bir fahişe olabilmelisin.. İşte bu kadar kolay….Yorulmak mı ? Yapmaaa.. Ne var bu kadarcık şeyde yorulacak…

Ortaya çıkan hepsini mükemmel yapmaya çalışan,ama hiç birini beceremeyen bir ucube olacak kesinlikle.. Becerenlerin önünde saygıyla eğiliyorum.. Ben beceremedim, evet kabul ediyorum.. Ve öğreniyorum bazen her şey olmaya çalışmak hiç bir şey olamamakmış.

Aşka sevgiye dair öğrendiklerimiz.. Hikaye mi.. Masallarda, şiirlerde mi oluyormuş o saydıklarımız yoksa? Yüzyıllar önce tükenmiş sanırım. Yada belki hiç olmamış.. Birileri hayallerini yazmış bize. Biz de hep o kalbimizi durduracak aşkı beklemişiz.. Mecnun, meğer gazozumuza ilaç katan bir sapığa dönüşmüş, yada camımızın altında “seviyorum ulennnn” diye nara atan bir serseriye.. Leyla… ahhh Leyla,…. Leyla meğer bir fahişeymiş. Önüne gelenle yatan, teninin iştahından gözü dönmüş bir fahişe… Aşk mı dediniz… Kim o, nerde, hani… Yokmuş diyorlar öyle bir şey .. Bak pozifit bilimci amcalar olayı nasıl açıklamış :"Bu tamamen kimyasal bir olay.. Hormonların bize oyunu.. " Anlamadığım,bu hormonlarımız niye zırt pırt oyun oynayıp duruyor..

Kalakaldık hayatın orta yerinde.. Ezberlediğimiz replikler uymadı birbirine.. Doğaçlama bile yapamadık.Nasıl yapabilirdik ki.. Beynimiz iğdiş etmişlerdi.. düşünmeyi akletmeyi değill, birilerinin tecrübeleriyle empoze ettikleri bir hayatı yaşamaya kurgulanmıştık..Uymadı bu elbiseler bize.. Bu hayat bize ya iki beden büyük geldi, ya basenlerimizi fışkırtacak kadar dar..

Sahnedeyiz ama.. Unutmamak gerek değil mi? Tüm gözler üzerimizde..Acımasız seyirciler bekliyor bizi. Ellerinde fırlatmaya hazır yumurtaları, dillerinde aşağılamaya hazır kahkahaları.. Şaşkınız.. Fena yakalandık.. Dedim ya atlanmış replikler gibiyiz.. Söylenmemiş.. Unutulmuş.Yaşanmamış, ıskalanmış..

Bir salon dolusu kahkahanın altında bize düşen son söz..

Yalvarır gibi çaresizce :PERDE… PERDE….PERDE…..

12 Mart 2009 Perşembe

ÇEVRİMDIŞI olmak yada ol(a)mamak...


LaL diyor ki:

Bak !
Ben şaka yapmıyorum Hayat..

Ama çok geliyorsun üstüme..

"
Meşgulüm" diyorum yok..
"
Dışardayım" diyorum kimin umurunda..
"
Telefonda" yada "yemekte" olmuyorum zaten kaç zamandır..
Ne menem bi'şeysin "
engelleyemiyorum" bile..

Belki de en iyisi
ÇEVRİMDIŞI olmak...

Onu da ,ben beceremiyorum..

Sevgili(m)


Bu satırları, senin müziğini dinlerken yazıyorum Sevgili(m)

Sevgili(m) dememeliyim belki de sana.. Sevgili(m); ne kadar aciz bir kelimesin sen.. Neden söylenmiş bütün kahrolası cümleler, aşka dair..

Sana seslenebilmek vardı oysa, en akıl almaz cümlelerle.. En vuran ,en savuran cümlelerle sana seslenebilmek.. Damarlarımdaki bütün canı kurutan bir KEŞKE, dökülemiyor dudaklarımdan.. KEŞKE, saplanıp kalıyor ruhumu en acıtan noktaya.. Koyu kırmızı bir kandamlasında hapsoluyorsun göğüme şimdi…

Bu satırları, senin müziğini dinlerken yazıyorum Sevgili(m)...

Ve senin mektubunu okuyorum şimdi.. Benim olmayan, olamayan o mektubu.. Ve susuyorum, çığlık çığlığa.. Artık, Sevgili(m)lerdeki (m)leri parantez içine almalıyım.. Susmalıyım onları , hep sustuğum gibi.. Yıllar sonra susacaklarım gibi.. Şimdi de susmalıyım..

Hiç düşündün mü SEVGİLİ ne demek diye? SEVGİLİM deriz hani.. Nasıl ,cüretkar bir sesleniştir bu… SEVGİLİ, sevgiyle dolu olandır.. Sevendir..Ve tutar (m) eklersin bir de sonuna, senin demektir o andan itibaren.. Sana ait ve seven biri.. Sevgilim, seni sevendir aslında.. Bu yüzden cüretkardır dedim ya.. Birine sevgilim diyorsan, seni sevdiğini biliyorsundur yada öyle zannediyorsundur an azından..

Bu satırları , senin müziğini dinlerken yazıyorum Sevgili(m)...

Ve senin mektubunu okuyorum şimdi.. Benim olmayan, olamayan o mektubu..

Şimdi (m)’nin neden paranteze saklandığını anladın mı? Sen, Sevgili’sin.. Hem de tarifi en imkansızından.. En karasından, en kızılından, en beyazından..

Satırlarının önünden, parmak ucunda geçip gidiyorum.. Usulca diz çöküyorum noktalarının yanına.. Ve dönüp bakıyorum, o sonsuza ettiğin tapılası yemine.. Gözlerim kamaşıyor, ateşin kırmızısından ve saçlarım tutuşuyor sonra.. Harflerin bir bir devriliyor üzerime.. Çığlıklarım satır aralarında yolunu kaybediyor.. Hecelerin altını üstüne getiriyorum, bir küçük iz, bir küçük “ben” bulmak için ..Yok.. Canım acıyor susuyorum..

Bu satırları, senin müziğini dinlerken yazıyorum Sevgili(m)...

Üçüncü kez başa alıp tekrar tekrar dinliyorum.. Tekrar tekrar.. Tekrar tekrar, iki ince su sızıyor yanaklarıma.. Ve bir “ah” sesi iç çekişimde..

Şimdi ,avuçlarıma bırakılan zamana bakıp susmak zamanı.. Ve beklemek , asla gelmeyecek olanı…

SEVGİLİ (m)

SEVDİĞİM….

SEVGİLİM diyemediğim…

11 Mart 2009 Çarşamba

parça & bütün



Seni anlıyorum demeden önce ,DÜŞÜN!

PARCA ; bütünden haberdar edendir sadece..

Bütüne benzeyen, ama asla bütünün tamamını ifade edemeyen..

BÜTÜN; parçalar toplamından fazla birşeydir...

Mutluluk; "Mavi"dir...


*Mutluluk ; Zeynep’in kırmızı bayramlılarını giymesidir .. Ve takmasıdır koluna, Suzan Teyzesinin aldığı kırmızı mercan taşlı bilekliği.. Prenses olmasıdır bir kırmızı elbise ve bir bileklikle.

*Mutluluk ; Yaşın kaç olursa olsun, o en emin olduğun şeyi, annenin seni çok sevdiğini duymaktır telefonun ucundan bile olsa.. Hem de en ihtiyacın olduğu anda..

*Mutluluk ; Hiç hesaba katmadığın , hatta ciddiye almadığın bir başlangıçla da olsa , sağlam bir dost, bir arka-daş edindiğini sana göstermesidir her fırsatta..

*Mutluluk; Kaldırım taşlarının arasından betonlara inat bitiveren bir papatyayı görünce attığın çığlıktır.

*Mutluluk ; Yağmura yüzünü kaldırıp, ıslanmaktır dakikalarca..Ve kar tanelerinin diline konup, eriyivermelerini hissetmektir.

*Mutluluk ; Gece firar edip, limana yürüme cesaretini bulabilmektir hala.. Ve hala ,her şeye inat, bir mavi kırlangıç tutabilmektir yüreğinde..

*Mutluluk ; Meyrem’in “saçların çok güzel kokuyo” demesi,

Tanımadığın, kocaman yürekli bir kadının “buradayım ararsan” diye sana telefonunu yazdığı bir mail yollamasıdır..

*Mutluluk ; Kaybettiğini sandığın bir insanın, kendi hesaplaşmalarından sonra , sana yeniden bir şans tanımasıdır.

*Mutluluk ; Saatler süren sancıların peşinden, canından kopan can parçasını görmek için doğrulmaktır, yattığın masadan..

*Mutluluk ; Koca kız olduğun halde pencerede ,Okuldan gelmeni bekleyen dedenin, seni görünce bütün sokağı çınlatan “oyy benim yavrum” deyişini duymaktır.

*Mutluluk ; Olmaz dediğin bir anda, hesapsız, zamansız , illegal bir kalp atışıyla hayata dönmektir...

*Mutluluk ; iş çıkışı sahile inip, kendini orta şekerli bir Türk kahvesi ile şımartmak. Hatta, şımarmanın zirvesine çıkıp bir de sigara yakıvermektir..

*Mutluluk ; Sana dair yada senin için yazılan bir kelimenin güzelliğiyle mest olmak.. Ve ağlamaktır, sebepsiz yere..

*Mutluluk ; Aşktır, acıdır, özlemdir, kavuşmadır.. İnsanı, insan yapan her duyguyu dibine kadar yaşamak, yaşayabilmektir..

*Mutluluk ; Kirli bir camın ardından güneşe bakıp, parladığını çok net göremesen de orda olduğunu ,aslında var olduğunu bilmektir.. Umud etmektir..

*Mutluluk ; Affetmektir.. Bütün kalbiyle pişman olmuş en günahkar insanı bile.. Affedip, “olur böyle şeyler” diyip, hafiflemektir.

*Mutluluk ; Paylaşmaktır sahip olduğun bütün güzellikleri.. Bir küçük gülümseme yaratmak için sevdiklerinin yüzünde , yorulmaktır..

*Mutluluk ; İçindeki büyümeyen çocuğun gözleriyle bakmaktır hayata.. Dizleri kanasa bile beş dakika sonra yeniden koşmaya başlayan haylaz bir kız çocuğu olup, paramparça dizlerle, çığlık ata ata koşabilmektir hayata rağmen..

MUTLULUK LÂL OLMAYAN BİR YÜREKLE AVAZ AVAZ SEVMEKTİR…

....................................

Sevgili Ateşinsesi ve Esrik Öfkem hadi bana bir mutluluk resmi çizin..


9 Mart 2009 Pazartesi

soru & cevap


Tuttu omuzumdan, sarstı Zeynep,
Ve sordu..
Gözlerini kocaman açarak,
Kucağıma düşen "YARA" ya bakıp sordu:
Ne oldu?
O'na henüz bilmediği kelimelerle nasıl anlatabilirdim ki?
İhanet..
Zaman..
Bölünmek..
LâL ..
"YARA"ya baktım,
sonra Zeynep'e
Usulca okşadım saçlarını...

UF OLDU BİTANEM dedim..
UF OLDU...

MEYREM...


Bakmayın bu kadar hüzünlü durduğuma, ne inanılmaz mutluluklar çıkartırım kirli cam kırıkları arasından bilemezsiniz.. Acıları saklamakta olduğu kadar, mutlulukları saklamakta da ustadır yüreğim..Yoksa bu serçeye avuçlarımdan nasıl su içirebilirim.. Mimlemiş beni sevgili Evren.. Bilmez ki , hiç de mutluluk resmi çizecek halde değilim.. Ama …. Yaptım tabii ki.. Her zaman yaptığım gibi.. Titrek bir fırça ve yağmalanmış renklerle ne kadar çizilebilirse , o kadar….

7-8 yıl önceydi.. Osmanlı İmparatorluğu tadında günlerimdi.. Henüz kaybedilmemişti savaşlarım ve ben, Misak-ı Milli sınırlarına hapsolmamıştım daha. Ortanın üzeri bir kazançla köpekler gibi çalıştığım güzide iş yerimizde, tek derdimiz şirketimizin alî menfaatleri için deliler gibi çalışmaktı ki.. Bir gün güzel yürekli , deli kadınımız Fato, heyecanla geldi.. Yine nerden bulduysa , kendine “mesele” edecek bir şey bulmuştu.. Batman’da bir öğretmen.. Adı Bilal.. Bilal öğretmen, yardım istiyordu, köyünün okulundaki çocuklara.. Dedim ya, bu Fato, deliydi biraz.. Bu defa, kendisiyle sınırlı kalmayıp bizi de bulaştırmıştı “mesele”ye.. “Hadi, millet” dedi, “hadi bakalım, bu çocuklar için bir şeyler yapmalıyız.”

Sıcak yatak, konforlu hayatlarımızın vicdani zekatı olarak Starbucks’ta bir kahve yada Sosa'da bir makarna parasını feda edebilirdik , ettik de.. Fato, elindeki resimleri masanın üzrine koydu.. “Evetttt, bitmediii.. Şimdi , herkes kendine bir evlat seçsin bakalım.” 10-15 tane fotoğraf, önlüklü beyaz yakalıklı çocuk resimler.. Ve bir vahşet başladı.. O şık, alımlı ve iyi eğitim almış kadınlar, elbisesine en uygun ayakkabıyı seçer gibi daldı resimlerin arasına :

-Kız , şu gözlere bak.. Ceylan gibi yaaa.. Ben bunu aldım..

-Yaa asıl sen şu surata bi bakar mısın..

-Saçlara bak Ebru.. Aynı sana benziyor, bunu al bence..

-Allahım yaa.. Ne şebek bişey bu.. Kepçe bi de.. Bu benim yaa. Vermem kimseye..

Öylece durmuş, talanı seyrediyordum.. “Sen de seçsen bir tane” dedi kızlardan biri.. “ Ne gerek var.Nasılsa beğenmediğiniz bir tane kalacak bana da” diye ,akıttım dilimin zehrini..

Herkes, kendisine en uygun modeli seçmişti.. Bana kalan… Cızıl bir boyun üzerinde eğreti duran bir kafa, kara bir surat , nedensiz bir öfke çığlığı atan gözler..

Ve Meyrem.. Yok, yanlış yazmadım.. Adı buydu.. Öyle diyordu.. Meyrem..Meryem’lere, Meyrem diyen coğrafyanın çocuğuydu O.. Hediye paketlerimizi hazırladık.. İçlerine de mektuplarımızı koyduk.. Ne yazabilirdik ki..İçi boş , samimiyetsiz cümlelerden başka.. Acımasız değilim, hakikat buydu.. Meyrem’e hediyelerinin dışında bir de kitap almıştım. Tanıştığım her çocuğa ,mutlaka kitap hediye etmek gibi bir takıntım var nedense.. Küçük bir de not yazdım içine.. Adım,adresim,fotoğrafım-.. Ve “bana seni anlat” diyen bir küçük not..

Böyle başladı , arkadaşlığımız.. Birbirimize üç yada dört mektup göndermiştik ki, deli Fato , odaya daldı.. "Kızlar, hafta sonu, Bilal öğretmen çocukları getirecekmiş".. Bilal öğretmen çoktan unutulmuştu, pek sevdiğimiz deadline’larımız içinde boğulurken.. Ve her ne hikmetse, hafta sonu için herkesin işi vardı.. Fato’yla beraber Tepebaşındaki misafirhaneye gittik..11 çocuk ve Bilal öğretmen.. Gözlerim Meyrem’i aradı.. Gelmemiş miydi yoksa? Tam , Bilal öğretmene soracaktım ki, bir çift küçük kol , sarıldı belime.. Döndüm.. Meyrem…Atlayıverdi kucağıma.. Gördüğüm en güzel suratlardan biriydi .. Getirdiğimiz hediyeleri dağıtıp, Bilal öğretmenle sohbete başladık.. Meyrem kucağımdaydı..Kolyem, yüzüklerim, küpelerim.. Daha önce kimsenin dikkatini çekmeyen neyim varsa, hepsi Meyrem için o kadar ilgi çekiciydi ki.. Elini tuttum.. Parmağını elime sürdü..

-Ne kadar yumuşak..

Çantamdaki, el kremini çıkartıp, ellerine sürdüm.. Sekiz yaşındaki bir çocuğun ellerinin , sizinkilerden yaşlı olduğunu söylesem..

Sekiz kardeşin , üçüncüsüydü.. Babasının iki karısı vardı.. Ağabeylerinin biri yatılıda okuyordu.. Ablası vardı, beşten çıkmıştı.. Ve kardeşleri… Hemşire olmak istiyordu.. Neden dedim,, Büktü dudağını.. Başının tutup, göğsüme yasladım sıkıca... Meyrem.. Benim, Zeynep’imden ne farkı vardı..

-Sen kaça kadar okudun?

Kaça kadar” okumak.. Böyleydi işte.. Bir yerler vardı bilmediğimiz ve orda insanlar “kaça kadar” okurdu..

-Bütün okulları okudum ben..

-Hepsini mi?

-Hıı hı..

-….

Bilal öğretmen , sohbetimizi izliyordu.. “Meryem kız.. Çok sevdin ablayı..” dedi.. Başını salladı Meyrem.. Daha sıkı sarıldım Meyrem’e..

Gitme vaktimizdi.. Asıldı, o gün boyu gülen surat.. “Gel seni de götüreyim” dedim salakça.. Bu cümlenin , bir çocuğun dünyasında yaratacağı fırtınayı hesaba katmadan..Meyrem, Bilal öğretmene baktı.. He dese, he diyiverse kalacaktı sanki.. Ve sordu Bilal öğretmen : "Kalasın mı var? "Utanıp eğdi başını bu defa.. “Neden?” dedi genç adam.. Ve Meyrem’in ağzından hesapsızca dökülen o cümle… “ÇOK GÜZEL KOKUYOOOO….”

Buydu..Bu kadar basit, küçük, sıradan bir sebep.. Hayatımın en güzel anlarından biriydi.. Biri, benimle kalmak istiyordu.. Ve tek sebebi, basit, sıradan bir kokuydu..


Meyremle, bir süre yazıştık.. Sonra, büyük şehir hengamesi, unutturdu bana O’nu.. Vefasızlık, kanımıza işlemişti çünkü..

Dün, yani bunları yazmayı düşündüğüm gün 8 Mart.. Emekçi Kadınlar günü.. Kadınlar günü yada.. Polemiklerden nefret ediyorum.. Aklımda Meyrem… 15-16 yaşlarındaydı şimdi.. Nerdeydi? “Kaça kadar” okumuştu? Evlenmiş bile olabilirdi.. Yada bir töre cinayetinde ölmüş..

Sabah evde hazırlanırken, elimde parfüm şişemle sadece bir an düşündüm.. Ondan başka kim bana “ÇOK GÜZEL KOKUYORSUN” demişti ki…