29 Nisan 2009 Çarşamba

İMLÂ ÜZERİNE.. (haddi aşmayı göze alarak)

Geçen gün ,genç bir blog yazarının yazısına bıraktığım yoruma şöyle bir cevap aldım : “……. Bu arada imlâ kurallarına çok dikkat ediyorsun.. Sahi sen kaç yaşındasın?” Tebessüm ettim, okuyunca.. Gerçekten imlâ kurallarına dikkat edebilmek için , kaç yaş sınırını aşmak gerekiyordu ki? Aslını isterseniz mesaî saatlerinden çalınarak yazılan bu yazılarda , imlâ kurallarına gereği kadar dikkat edebilmek gibi bir lüksüm ne yazık ki yok.. Ama, elimden geldiğince ve bildiğim kadarıyla dikkat etmeye çalışıyorum.. Ne yazdığın kadar ,nasıl yazdığının da önemli olduğuna inanırım.. Bu konuda zaman zaman kulağımı çeken “üstad”ıma da ayrıca selamlar buradan..

Biliyorum ki DİL NAMUSTUR.. En az bayrak kadar namustur hem de.. “Bu dil ağzımda anamın ak sütüdür” demişsek, ırzına geçilen bir dil aslında neyin habercisidir diye düşünmeden de geçemiyorum.
Dil bilimci değilim..Sadece ehilleri tarafından dikkat çekilmesi gereken bir meseleye sıradan bir okur ve yazabilme gayretinde olan sıradan biri olarak kendi penceremden bakmak istedim.

Önce “Dili yabancı kelimelerden arındırmak” gibi telaffuz edildiğinde ne kadar masum ve güzel bir gaye, öyle değil mi? Peki mümkün mü? Şu kadarcık bir ipucu vereyim, bir dün bu dilden yabancı kökenli tüm kelimeleri ayıklayacak olursanız “ev” bile diyemeyeceğinizi biliyor musunuz? Çünkü ev kelimesi dilimize Ârâmî lehçesinden , yani Hz. İsa’nın konuştuğu dilden geçmiş. Bunun gibi “kent” kelimesi Sanskrit dillerinden, “töre” kelimesi İbrânîceden, Oğuz Kağan destanında bile geçen “sıra” kelimesi Yunancandan, “gök” ve “alp” kelimeleri ise Moğolcadan emanet.. Peki Farsça kökenli “dost” kelimesini nereye saklayacağız.. Bilen varsa beri gelsin..

Sonra ikinci bir darbe, kelime sonlarındaki “d” lerin “t” ye dönüşmesi ki konu ile ilgili bir tek hikaye bile durumun rezaletini anlatmaya yeter : Abdülhak Hâmid ve İstanbul Dârülfünûnu Ferid Bey karşılaşırlar. Hâmid Bey, Profesöre şöyle der :
-Nihâyet senin kuyruğuna da bir “İT” taktılar.
Ferid Bey’in cevabı güleriz ağlanacak hâlimize dedirtir türdendir:
-Benim, hiç değilse “FER”imi bıraktılar. Sen, hem “HAM”, hem “İT” olma tehlikesiyle karşı karşıyasın..

Ve nihayet, iş geldi geldi benim sevdalısı olduğum (^) şapka (külah/sirkonfleks) işaretinin kaldırılmasına geldi.. Ve bitti.. Her şey bitti.. Artık münzevî, melâl, hayâl, lâl kelimeleri kalmadı.. Merak ettiğim, hadi biz ,ana dili Türkçe olanlar şanslıyız da, “hâlâ” ile “ hala” kelimesi arasındaki farkı dilimizi öğrenen bir yabancıya nasıl izah edeceğiz… Okuduğu bir kitapta “Hala gelmedi” cümlesini okuyup, bu “hala” da nerden çıktı diye yüzümüze baktığına durumu izah ederiz artık.. “Hâyâ” ile “haya” arasındaki fark sanırım ihmal edilebilir ölçülerin bir hayli üzerinde.. Yeni neslin “O Belde” yi okuduğunda bir şey anlamasından ümidi kesmiştik zaten.. Hiç değilse doğru okunmasına razıydık.. O bile olmayacak korkarım.. Artık kimse “Melâli anlamayan” nesil beklemiyordu ama hiç değilse MELAL dememeyi başarabilmek vardı.. Olmadı.. Atatürk’ün şapka devriminden sonra ikinci bir şapka devrimi yapamayacağım biliyorum.. Benimkisi olsa olsa başarısız bir darbe girişimi olarak nitelendirilebilir.. Varsın olsun.. Bana da beyhûde işlerle uğraşan MECZÛB desinler..Bu kelimeyi kullanan birileri varsa şeref duyarım lâyık bulunmaktan.. Ne gâm.. Dilin bütün büyüsünü, bütün âhengini alıp götürdüler…
Gün gelir de, bir ticari ortaklık teklifinde “ …… kadar sermaye sağlamak kaydı ile KARINIZA ortak olmak istiyorum” diyen bir cümleye rastlarsanız, sakin olun..

Dedim ya işin ehli değilim.. Bildiklerim ,okuduğum üç beş yazıyla sınırlı bu konuda.. O yüzden yorumlarınız da haddimi bildirmek isterseniz , hiç değilse yazının içeriğinin yüzü suyu hürmetine “EDEP YÂ HÛ” yazarsanız sevinirim..

27 Nisan 2009 Pazartesi

Nasıl istiyorum bilsen aydınlık yazılar yazabilmeyi.. Yeşili, turuncuyu , pemdeyi.. Ve bir de maviyi.. En çok maviyi.. Neden , siyahımın arkasında sinip kalmış pısırık renklerimi çıkaramıyorum ortaya.. Bir gök kuşağı boyamak bu kadar zor olmamalı.. Bir yerlerde yarım kalmış , görülmemiş, belki de görülememiş bir hesabın ağrısı mı cümlelerimi kıvrandıran..

hesap sorulmaz geceden..


Artık tahammül edecek gücü kalmamıştı bu iki yüzlülüğe.. Tırnaklarını geçiriverdi gecenin siyah yüzüne.. Paramparça etti o mehtaplı yüzü..
"Nasıl yapabiliyorsun bunu" diye haykırdı.
"Neyi?" diye cevap verdi, Gece , en umursamaz tavrıyla.

-Bunu işte.. Bu herşeye şahit olup kayıtsız kalabilmeyi.. Her reziliği görüp , şu iğrenç suratlara tükürebilmemeyi..İhanetlere yataklık etmeyi ve hiç birşey yokmuş gibi ihanet edilenlerin de göz yaşlarını silebilmeyi.. Nasıl oluyor da, bu kadar çok şeyi görüp bilip susuyorsun.. Aslında.. Yada belki sen de en az onlar kadar iğrençsin.. Dün birini kandırmışsın yine, yıldızlarından birini kaydırarak.. Zavallım.. Sanmış ki o sırada tutulan dileği kabul olacak.. Acıdım biliyor musun.. Senden , senin yalancı yıldızlarından medet umacak kadar çaresizdi..

Gece gülümsedi...

-Gördüklerimi görseydin, bildiklerimi bilseydin, duyduklarımı duysaydın, inan bana onlara merhamet etmezdin.. Ahh insan... Karanlığın örtüsüne bürünüp, nasıl bir mahluka dönüşüyor.. Tahmin edemezsin..Şimdi bırak onlara merhamet edip, beni suçlamayı.. Ben herkese adilim inan bana.. Herkese layık olduğunu veririm kendi payımdan.. Bana sığınıp saklandığını sananlar, vahh onlara ki bir gün şahitlik edeceğim yaptıklarına.. Şimdi sadece sus.. Ve benim için üzül.. Çünkü ben, gözlerimi kapayamam.. Kulaklarımı tıkayamam.. Bunu bir düşün.. Düşün.. BİLMEK ÇOK AĞIR BİR YÜKTÜR.. Sakın unutma...


Ben hep aynı sahnesinde uyanırım rüyaların..


Ben hep aynı sahnesinde uyanırım rüyaların...

Hani olur ya bazen, bir rüya görürsün.. Gariptir rüyanın içinde bile, rüya olduğunu idrak etmek.. Ama farkedersin işte.. O inanılmaz güzelliğin gerçek olmadığını bilirsin.. Bilirsin bilmesine de, yine de sıkı sıkıya yumarsın gözlerini.. Rüyayı sonuna kadar görmek istersin...Hatta hiç uyanmamak..
Olmayan bir el dokunur saçlarına , adını bilmediğin bir çift gözle titrer göz bebeklerin.. Bir nefes değer yüzüne.. Rüyada bir nefesle , nefessiz kalmayı bilir(mi)sin.. Yaklaşırsın, yaklaştıkça uzaklaşan o hayale.. Sokulursun bir fenerin kuytusunda.. Başını usulca gömersin, göğsündeki tarifsiz huzura.. Susarsın .. Susup, bir yürekte kanat çırpan kırlangıçın kanat seslerini dinlersin.. Yüzüne Nisan yağmurları düşer.. Yağmurda, dokunamadığınla öpüşmek nedir bilir(mi)sin..
"Seni seviyorum" diyiverir o büyülü ses.. "Seni çok seviyorum.." Şimdi orda, tam o anda, hem de öylece ölüp gitmeyi dilersin.. Orda öylece ölüp gitmeyi tercih edersin ,rüyadan uyanmaya.. Hayat böyle yaşanmıyorsa anlamı nedir ki diye geçirirsin içinden.. Nefret ettiğin o kelime sessiz bir alev olur içinde.. "Keşke" çiçeklerine durur içindeki ağaçlar..
Birden bire rengi değişmeye başlar rüyanın.. Maviler, yeşiller, turuncular alıp başını gider.. Griler kalır geriye.. Duvarlar yükselmeye başlar etrafında.. Duvarlar keser yolunu.. Kırlangıcın kanat sesini duyamazsın artık, sesler kesilir, dokunuşlar biter, nefesin kesilmez ama nefesin kesilmeden de ölebildiğini öğrenirsin..
Koşarsın umutsuzca.. Duvarlara atılırsın.. Aşamazsın.. Çarpıp düşüverirsin.. Yığılıp kalıverirsin bir duvarın önünde.. Küçük bir kırlangıcın çamura düşen cansız bedeni gibi, orda öylece kalırsın..

Rüya biter..

Uyanırsın..

26 Nisan 2009 Pazar

sui-zan...


Herkesin köşe bucak kaçtığı ,korktuğu ,saygı duyar gibi yaptığı ama aslında punduna getiriverse tepesine bineceği KURT, çakal sürüsünün saldırısına uğrar..

Çakallar, kurdu perişan eder.. Kurt kan revan içinde ,güçlükle ayakta durmaktadır... Yanına yaklaşmaya çekinen hayvanlar, kurdun kan içinde ,yıkıla yıkıla yürüyüşüne uzaktan bakıp, hükmü verirler(!) :

-Görüyormusun haini.. Kimbilir yine kimi paramparça etti.. Haline bak, yemiş yemiş ayakta bile duramıyor..


25 Nisan 2009 Cumartesi

buna ne denir ki...

Köyün herkesçe, içki, kumar, kadın kız muhabbetleriyle nam salan Hasan'ı ölüverir.. Sıra gelir cenazenin kaldırılmasına.. Köyün ,neredeyse velî diye anılan imamı "ben böyle bir adamım cenaza namazını kılmam" deyiverir.. Eee İmam, kılmam diyince camaatin ne yaptığını tahmin etmek güç değil sanırım... Hatçe kadın, erkeğinin cenazesiyle kalakalmış.. Bakmış olacak gibi değil, varmış gitmiş köy ağasının evine :
-Aman ağam, kurban olam.. Erimin cenazesi ortada kaldı..
Ağa, kem küm etmiş, bu işlerden anlamam diye önce.. Ama , ağa olmak kolay değil, marabanı müşkülden kurtarman gerek. "Getir bakalım" demiş sonunda..
Cenaze, ağanın bahçesinde yıkanmış. Ağa cenazeyi evinin bahçesindeki incir ağacının dibine gömüvermiş.. Aradan bir kaç ay geçmiş, köyün imamı perişan halde ağanın kapısına gelmiş :
-Ağam, sen bu Hasan'ı gömerken ne dua okudun, söyle bana..
-Valla bi şey okumadım.. Öyle sıradan kelamlar işte.. Hayırdır?
-Ağam, ben bu günahkar adamı üç aydır cennette görürüm rüyamda.. Perişan oldum.. Kurban olam söyle.. Ne okudun sen bu Hasan'a?
-Valla cenazenin başında durup ellerimi açtım.. Ya Rabbim dedim.. Beni bilirsin.. Öyle dua filan bilmem pek.. Ama kötü kul değilim.. Sen bana ne zaman misafir yolladınsa güler yüzle karşıladım, ziyadesiyle ağırladım.. Şimdi ben sana bir misafir yolluyorum.. Var bildiğin gibi ağırla..

İmam susar...
Ağa susar..
Söz biter..

Ay'a yüzünü ödünç veren..


Adam yorgun elleriyle çevirdi kapının anahtarını.. İçerden gelen kayıtsız ses,"sen misin” diye sordu.. İnsan ne iğrenç bir mahluktu.. Umurunda olmayan şeyler için, laf olsun diye sorular sorup duran.. “Evet” dedi adam, buz gibi, inişi çıkışı olmayan sesiyle.. Ayakkabılarını ayakkabılığa yerleştirirken ses bir kez daha sordu:

-Aç mısın?

Aç mısın? Gülümsedi adam.. Şimdi bu soruya vereceği evet cevabı, mutfak masasına bırakılacak bir tabak taze fasulye ile cevaplanacaktı.. Bunu bildiği için sustu, yine sustu, bir daha sustu..

Uzun zamandır susuşların içine hapsetmişti kendini.. İnsan “umudunu kaybedince” konuşmaya bile gerek duymuyordu…

Ses, başka bir şey sormadı.. Diyalog dört cümlede bitivermişti.Ve adam sevdalısı olduğu susuşsun kollarına bir kez daha bırakıvermişti kendini..

Artık yabancısı olduğu kendi evinin antresinde öylece durdu adam.. Gitmek istediği yönü biliyordu aslında. Şimdi dönüp bu kapıdan çıkıp gitmeliydi.. Ama..

Odasına uzanan koridorun , gittikçe daralan duvarlarının arasında ömrünün en uzun yolculuğuna başladı yine.. Odası.. Mabedi..Hücresi..Kendini sarıp sarmaladığı, avuttuğu, unuttuğu, ağladığı, sakladığı, kısacası en çok kendi olduğu odası..

Pencerenin önüne yerleştirilmiş koltuklarda birine oturdu.. Perdeyi hafifçe araladı.. Dışarıda , baharı avaz avaz bağıran bir tatlı esinti vardı.. Derin bir nefes aldı, gözlerini kapatıp.. Bu gece nereye saklanacaktı kim bilir..

Kitaplığının önünde gitti.. Binlerce sayfa.. Yüz binlerce kelime..Her kitabı okuduğu dönemlere ait anıları bir bir sayabilirdi.. Eli , kitaplardan birine uzandı.. Çok uzun zamandır eline almadığı bir kitaptı bu..Kapağın etrafına biriken tozları eliyle temizledi.. Elinde kitapla koltuğuna oturdu.. Işıksız odada, ayın ışığında kitap okumaya alışmıştı gözleri.. Gelişi güzel bir sayfa açtı.. En sevdiği şeydi, bildiği satırları tekrar tekrar okumak..Gözüne ilişen ilk cümleyi okudu.. Bir daha.. Sonra bir daha.. Garipti.. İlk kez okuyor gibiydi bu cümleyi..Bir kez daha okudu..Yok.. Cümle içindeki dipsiz kuyuya düşüyordu her defasında. Tutunacak bir anı bulamadan öylece yuvarlanıyordu..

Aşkın gücünü hafife alıyorsun diyip gülümsedi kadın..” Cümle buydu.. Bu cümleyi öylesine okumuş geçmiş olabilir miydi yoksa? Birden , kelimelerin arasından bir gölge kayıp odaya düşüverdi..

Bir küçük kadın gelip oturuverdi adamın karşısına.. Gümüş ellerini birleştirip , kucağına koydu.. Adam irkildi.. Buzdan bir nefes ensesinden sırtına kayıverdi.. Gümüş elli kadın, öylece durmuş gülümsüyordu… Yüzü yoktu kadının.. Yüzü yokken gülümsediğini nasıl görebiliyordu? Ama gülümsüyordu işte… Evet, evet gülümsüyordu işte.. Kimdi bu kadın? Adam, bunun bir yanılsama olduğuna hükmedip yeniden kitabın sayfaları arasına döndü.. “Bu gece yüzünü aya ödünç mü verdin yoksa? Mehtap hep sen ..” Başını kaldırıp karşısında oturan gümüş elli kadına baktı bir kez daha.. Yüzü olmayan bir kadın.. Yoksa? Başını kaldırıp, gecenin sadık hizmetkarına baktı..Titredi.. Ayın yüzünde inanılmaz güzellikte bir kadının yüzü, öylece durmuş gülümsüyordu.. Yıldızlardan bir taç takmış bu yüz.. “O’nun yüzü diye mırıldandı adam.. Her sabah ofise geldiğinde masasına bir fincan kahve eşliğinde dünyanın en aydın gününü getiren kadını düşündü.. Gülümsedi..

Gümüş elli kadın, adama yaklaştı.. Yaklaştı.. Eğilip kulağına kitabın son cümlesini fısıldadı : “Aşk sandığından daha güçlüdür..” Sonra da geldiği gibi, sessiz sedasız kelimelerin arasında kayboldu…




24 Nisan 2009 Cuma

hatıra defteri..



....... Bana, kalbin kadar temiz bu sayfayı ayırdığın için teşekkür ederim....
demişim çocuk aklımla...
Keşke bu temiz sayfa yerine, kalbinde temiz bir köşe ayırsaymışsın diyorum şimdi....

Acaba hangimiz değiştik???


sürü..


"Sürü"nün hikayesi (efsane) olmaz..
(Efsane )Hikayeler "sürü"den ayrılan için yazılır...

Bir hikayen olsun istiyorsan, "kurt"a yem olmayı da göze almalısın..



not:kayıp kelime efsane için adsoy'a teşekkürler ...



23 Nisan 2009 Perşembe

Öyle bir yerdeyim ki..


Bütün sesler sussun!
Bugün seni dinlemek istiyorum....
Kuşları, taşları, çınarları, nur yüzlü ihtiyarları değil yalnızca seni, tek seni, hep seni.. Senin sesini istiyorum..Eşyaları sustur..Kağıdım çağırmasın huzura beni, kalemim hesap sormasın sol elimden, yastığım üşüdüm diye ağlamasın, yorganım gözyaşı kusmaktan dert yanmasın bugün..
Parke taşlardaki ayak izlerim , ayın yüzüne çizdiğim yalnızlık , erik dalında açıveren aldanış..Hepsi, hepsi sussun..

Çeksin herşey benden elini, benim çektiğim gibi herşeyden elimi.. Yalnız senin ,birtek senin ellerin...Bilmediğim ellerinle tut bugün ellerimi... Bir yumruk yapayım sol elimi, usulca gömeyim avucuna.. Avucunda uyut bugün elimi..



22 Nisan 2009 Çarşamba

çocuklar..


Çocuklar bilirim, kirli ,terli, üstü başı kir pas içinde , sümüklü çocuklar... İşlek caddelerde canını hiçe sayıp arabaların camlarına yapışıveren, kağıt mendil paketlerini gözümüzün içine içine uzatan çocuklar bilirim..Çocuklar bilirim, şık giyimli annesinin elinden tuttmuş yürüyen akranını minik tartısıyla 50 kuruşa tartan.. Ve çocuklar bilirim sırtında boyundan büyük su damacanalarıyla sokakları arşınlayan..
Hayat kime adil ki ona olsun.. Beş boy geriden başlamak var hayata.. Birileri karne tatili için karlı dağlara koşarken, iki numara büyük patlak botlarda, ucu yırtık çorabını gizlemek var... Hasan Ustadan, gevşek bırakılan bir vida yüzünden küfür yemek var..Yeşil kartın çıkmasını beklemek var hastaneye gidebilmek için.. Sarhoş bir babaya gece yarısı rakı almaya gitmek var.. Dokuz kardeşin kaçıncısı olduğunu bile karıştırmak var.. Komşu çocukların kazaklarıyla büyümek, "aa bu benim kazağım "diye yerin dibine geçirilmek var.. Çileği manav tezgahlarından tanımak , Tatilya'yı televizyonlardan görebilmek var.. Küçük kücücük avuçların içinde avuçlardan büyük nasırların sızısıyla yüzünü buruşturmak var...
Birileri kar yağdı tatil oldu diye sevinirken ,karda işe gitmek zorunda bırakan kadere 10 yaşında sövmeyi öğrenmek var.. Annen kötü kadın diye oyunlara alınmamak var...Çocuk gibi ağlamak, ama ağladığını ağyara göstermemen gerektiğini bilecek kadar koca bir adam olmak var..

Bu gün 23 Nisan..Neşe doluyor (mu) insan...
Yine törenler yapılacak.. Stadyumlarda rengarenk bahar çiçekleri ve o çiçeklere konan kelebekler gibi olacak çocuklar.. Törenden çıkınca çocuklarını alıp bir yerlere götürecek yine anneler.. Bugün onların günü, eğlensinler diyecek..
O stadyumların kapısında su satacak bazı çocuklar.. Onlar renkli flamalarıyla gök kuşağı olamayacaklar.. Onlar, mecliste bir günlüğüne başbakan da olamayacaklar.. Onlar, 23 Nisanı , 22 yada 24 Nisandan farklı yaşayamayacaklar.. Ama yok.. 23 Nisan onlar için de özel olacak.. Hayata beş boy geriden başladıklarının farkına varacaklar..

Bir küçük rica; bugün en çok kirli, terli, pis, sümüklü çocuklara sarılın.. Hadi, elbiseniz kirlenir dediniz de sarılmadınız , hiç olmazsa onlara kocaman gülümseyin..En çok onlara gülümseyin ne olur..


Gelsen(e)..

Gelsen(e)
Yüzümü avuç avuç içsen(e)
Yüzüm boğazından (y)akarak geçse..
Dağılsam damla damla hücrelerine,
İşlesem kanına,
Hani olmaz ya bir de canına..

Ah! Gelsen(e)...
Beni sende yok etsen(e)


sınırı aşmak yada aş(a)mamak...


Arvasi'nin muhteşem sözü...

"HERŞEYİN AŞIRISI ZIDDINA İNKILÂP EDER..."
Olağanüstü değil mi?
Hadi bu sözü beynine kazıyıp bir kez daha düşün aç gözlülüklerini..
Çıldırasıya sahip olmayı düşündüklerini, asla yetinmediklerini.
Para, güzellik, aşk, akıl, seks, öfke, merhamet, acı, özlem, kibir...
Hep daha fazlası daha fazlası olsun istediğin her şeyi.

Hala emin misin?
Ya bir gün o sınır aşılırsa..
O nerde başladığını bilmediğin o sınırı bir aşarsan olacakları bir düşün..
Aklını deliliğe teslim ettiğini düşün...

Sana sapıkça gelebilir ama muhteşem olmalı...
Her şey zıddıyla idrak edilmiyor mu zaten.
Gecenin olmadığı yerde günün...
Yokluk olmadığı yerde varlığın..
Delilik olmadığı yerde aklın...
Ne anlamı kalıyor ki...

"HERŞEYİN AŞIRISI ZIDDINA İNKILÂP EDER..."
Korkum korkusuzluğa...
Merhametim nefrete....

Aklım deliliğe...

Hadi gel...
Hazırım..

(G)özyaşı..


Ağladım..
(G)öz yaşımla beraber sen de düşmüşsün (g)özümden..


Bağışla..


rakı, balık ve memeleket meselesi..


Oldum olası sevmedim şu rakı masasında “Memleket kurtaran”ları.. Ayık kafayla on para etmeyen fikirler, üçüncü kadehten sonra , sekiz haftalık kullanımla mucizeler yaratan kırışık önleyici kremlere dönüşür birden bire.. Garip bir tatmin olma şeklidir bu.. Alkolün etkisiyle, iğrenç kokan nefesler ve dolanan dillerden suratınıza püsküren tükürükler eşliğinde inanılmaz bir beyin fırtınası (!) yaşanır masada..

Memlekette, siyasetten anlayan bu kadar çok adam varken, memleketimin bu gülünesi ağlanacak durumunun izahı nedir? Etraf, iç ve dış politika uzmanlarıyla dolu.. Ekonomi profesörleri sebil zaten.. Bir bıraksalar şu Avrupa Birliği’ne giriş sürecini üç güne çekebilirler evvel Allah.. Ergenekon denen tasfiye ile ilgili bir senaryolar anlatırlar ki size , o fantastik roman yazarlarınız dumur olur inanın.. Kitap yada dergilerden bile değil, promosyon gazete manşetlerinden derlenmiş yarım yamalak cümlelerle kesilen mavralar.. Ahh.. Bir an üniversite yıllarımın gelecek vadeden sosyolog ve siyaset bilimi uzmanlarını hatırladım..

Doldur bir kadeh daha bakalım.. Biraz peynir.. Kavun yok mu? Pardon, daha çıkmadı değil mi kavun..Neyse idare edeceksiniz artık.. Evet, ne diyorduk.. Herkes her şeyi biliyor değil mi? Halkıma cahil diyenler halt etmiş.. Benim halkımın aklının ermediği iş yok..Aslına bunların hepsi harcanmış cevherler inanın bana.. Hani vardır ya her mahallede bir Osman Abi.. Bu Osman Abi gençken çok iyi futbol oynar hani, hani hep birbüyük kulüpten teklif gelir alt yapımızda oynasın diye de babası vardır Hasan Amca, Hasan Amca izin vermez Osman Abi’ye..Osman Abi harcanır gider.. Ahh, Hasan Amca be, izin vereydin ya , şimdi kesin Galatasaray’dan jübilesini yapmış olurdu Osman Abim.. Harcandı bu adam , harcandı.. Ne yazık..

Osman Abimin harcanma hikâyesi malumdur da, şu karşı masada memleketi kurtaranlara kim engel olmuştur da memleketi kurtaramamışlardır.. Haydi boşver.. Sen bir kadeh daha doldur bakalım.. İçtikçe açılsın zihnin, daha parlak fikirlerin olsun… Amerikanın Türkiye üzerindeki planlarını çözümle bize.. Taze taze Obama geldi mesela , hadi bir fırt da Obama’dan bahset..

EDEP…

Neden had bilmeyiz hiç? Neden boyumuzdan büyük laflar etmek için kendimizi helak ederiz?Neden işi ehline bırakmanın bir erdem olduğunu düşünmeyiz? Hadi , şimdi sen benim üzerime yürürsün o kafayla, “sen bu halkı koyunlaştırmak istiyorsun, apolitize ediyorsun, sürü olmamızı istiyorsun” da dersin.. Dersin, dersin.. Bilirim ben bu gerginlikleri.. Bilirim ve gülerim..

Derdim, düşünmen yada konuşman değil.. Derdim, en kolayı seçip memleket meselelerini rakına meze yapman.. Anlayabiliyor musun? Şimdi düşün..Sen ekonomi bakanı mısın? Hayır mı? Ya Dış İşleri bakanı? O da mı değil? Kesin bir şeyden sorumlu bir bakansın ama yada milletvekili öyle değil mi? Yine mi olmadı.. Anladım.. Senin elinde yetkin yok değil mi? Ondan kurtaramıyorsun memleketi.. Tühh be.. Ne kötü değil mi?

Ah benim güzellerim, bize bir vakit seçme hakkı verdiler hatırlıyorsun değil mi? Hani dilimin ucuna “ herkes layık olduğu gibi idare edilir” diyesim geliyor da, o kadar acımasız olmayacağım.. Madem ki elindeki tek yetki, seçme hakkı, bu ucuz masalarda kurtaramadığın memleketi sandıkta kurtarmayı denesene..

Ama kolay olan şikayet etmek değil mi? Hadi doldur kadehi hep beraber şikayet edip, bizi yönetenlere sövelim.. Bizi bunlar yönetsin diyenlerin kabahati yok nasılsa.. Şimdi ben seçmedim bunları deme bana..Dedin mi.. Yandın.. Dinle o zaman : “Milli takımın yenildiği bir maçta teknik direktör soyunma odasında futbolculara küfreder.. O sırada yedek kaleci el kaldırır :Hocam, ben maça bile çıkmadım bana niye sövüyorsun ,der.. Hocanın cevabı sana cevabım olsun .. Sana sövüyorum çünkü sen de adam olup şu kaleciyi takımdan kesemedin..

Hadi şimdi neşeniz bol olsun.. Şerefe…

…….

Sevgili okur, sana büyük bir vebal yükledim.. Olurda herhangi bir mevzuda haddimi aşarsam, bana yorum yazarken “Edep ya hu” diyiver..




ölçü..


"ADAM"lık, yaptığın kaprislerle ters orantılıdır , unutma..
Büyük insanların küçük, küçük insanların büyük kaprisleri olur..


21 Nisan 2009 Salı

ispat..


Bir şeyi ispat için ne kadar çok gerekçen varsa,
Aslında o kadar çok şüphen vardır gerçekliğinden..


Canlı türü içinde,insan müstesna bir yere sahiptir.
İnsanın dışındaki canlılar, dünyaya geldiklerinde, hayatları boyunca sergileyecekleri davranışları "edinmiş" olarak gelirler. yani bir çeşit dizayn edilmiş olarak gelirler. bu ilahi ve tabii kanundur. Ve türe özgü davranışa sahiptirler. Mesela kuşlar uçar, balıklar yüzer...
Ama insan; bütün hayatı boyunca davranış edinmek zorundadır.Davranış edinme ise, öğrenme süreciyle mümkündür.Bu süreç ise eğitimdir.
Yaşa, zamana, zemine ve ihtiyaçlara göre öğrenmenin sürekliliği zorunludur...
her yaşta ihtiyaçlara ve beklentilere paralel yeni davranışlar edinilmesi kaliteli bir hayatı gerektirir. bu hayat ritmini yakalayamayan her insan, kaliteli bir hayatı da yaşamaktan uzakta kalır.
Hayatımın "asli referansı" saydığım kaynaklardan şu emir beni te'yit etmektedir."iki günü denk olan ziyandadır".
işte onun için her gün iyi ve güzele doğru yelken açmak ve kendimizi geliştirebilmek için değişim ritmini yakalamamız elzemdir.
Bilinen bir hikayedir Kartal'ın hikayesi;
Kartal, kuş türleri içinde en uzun yaşayanıdır.70 yıla kadar yaşayan kartallar vardır.
Ancak bu yaşa ulaşmak için,40 yaşında iken çok ciddi ve zor bir karar vermek zorundadır. Kartalın yaşı 40 a vardığında pençeleri sertleşir,esnekliğini yitirir,ve bu nedenle beslenmesini sağladığı avlarını kavrayıp tutamaz duruma gelir.Gagası uzar ve göğsüne doğru kıvrılır.
Kanatları yaşlanır ve ağırlaşır.Tüyleri kartlaşır ve kalınlaşır.Artık Kartalın uçması iyice zorlaşmıştır.Dolayısı ile kartal burada iki seçim yapmak zorundadır.
-ya ölümü seçecektir,
-ya da yeniden doğuşun acılı sürecini göğüsleyecektir.
bu yeniden doğuş süreci,150 gün sürecektir.bu yönde karar verise kartal bir dağın tepesinde kendisine yuva olabilecek bir yere uçar ve orada yaşar. artık orada uçmasına gerek kalmayacaktır. Bu uygun yeri bulduktan sonra kartal gagasını sert bir şekilde kayaya vurmaya başlar.En sonunda kartalın gagası yerinden sökülür ve düşer.
Kartal bir süre yeni gagasının çıkmasını bekler. gagası çıktıktan sonra bu yeni gaga ile pençelerini yerinden söker çıkarır.yeni Pençeler çıkınca, kartal bu kez eski kartlaşmış tüylerini yolmaya başlar.5 ay sonra kartal,kendisine20 yıl veya daha uzunsüreli bir hayat bağışlayan meşhur yeniden doğuş uçuşunu yapmaya hazır duruma gelir.
kendi hayatımızda sık sıkbir yeniden doğuş süreci yaşamak zorunda kalırız. zafer uçuşunu sürdürmek için, bize acı veren eski alışkanlıklarımızdan kurtulmak zorundayız.Ancak geçmişin gereksiz safrasından kurtulduğumuzda,yeniden doğuşumuzun getireceği olağan üstü sonuçlardan tam olarak yararlanabiliriz.
ANONİM HİKAYE
kula da bir öhhö düşüyor

Alıntılar -1-


"Sevgili Dostum,
Biz kendi söylediklerimizi seven değil, söylediklerinde kendimizi bulduranları sevdik. Bize hiçliğimizi anlatsa da. Biz, kendimizden memnun değiliz ve oturduğu kümesi saray diye yutturanları da sevmeyiz..Bizim bağlılığımızın da, tenkidimizin de özü pazarlıksız samimiyettir."

*Aynen alıntıdır.. Kimden diye sormayın , söylemem.. Bilenler bilmeyenlere söylesin...



20 Nisan 2009 Pazartesi

düello


Durdular ..
Karşı karşıya durdular..
Birbirlerinin gözlerinin içine baktılar..
Gözleriyle hesaplaşmalar yetmedi..
Kırgındı biri, kızgındı diğeri,
Yada, kırgındı diğeri, kızgın olandı öteki..
Ahh insan!
Yetmedi susmalar..
Ve düello zamanı diye haykırdı bir iç ses..
Döndüler..
Birbirlerine sırtlarını döndüler..
Adım adım uzaklaştılar birbirinden..
Birlikte attıkları en uyumlu adımlarıı attılar “düello” adına..
Yıllarca birbirlerine verdikleri silahları kuşandılar..
Hazneye verdiler en kahpe mermileri,
Döndüler,
Birbirlerini zaaflarıyla , sırlarıyla vurdular..
Kan dökülmedi ..
Can döküldü meydanlara..
Oluk oluk can aktı..
Ahh insan!
Düellonun galibi,
Ve bir kez daha mağlubu öfkesinin..

Oysa ;
Daha karşı karşıya durduklarında,
Açabilmek vardı kolları kucaklamak için
Çarmıha gerebilmek vardı öfkeyi..
Ve sarılmak vardı,
Affedebilmek, "en haksızı"..
Yapamadı..
Hadi uydu diyelim bir an şeytana,
Hadi döndü de arkasını yürüdü diyelim düello adına,
O silahı atabilmek vardı,
Her şeye rağmen o tetiği çekmemek,
Yürüyüp gidebilmek vardı..
Belki bir kahpe kurşunla vurulup ,serilmek vardı vere..
Ama küçülmemek vardı..

Ahh insan!
Bilmedin mi,
Vuduğun O ise, öldürdüğün kendinsin,
Ezdiğin oysa, çiğnediğin asaletin..

Ahh insan,
Sen, canın yandığında
Küçülebilecek kadar
Nefsine kölesin..

-------------------------------

Zamanında elime verilen silahları kullanacak kadar küçülmedim hiç çok şükür.. Bütün silahlarımı yere bıraktım, dönüp arkamı gidiyorum.. Hesaplarımı “o güne” havale ediyorum.




gözyaşı eğiren kadın..


O’nu ilk, kasabada her Perşembe kurulan kumaş pazarında gördüm. Çiçek tarlasını andıran rengârenk kumaş tezgâhlarının arasında fark edilmesi en güç olandı O’nunkisi. Aslında Onun tezgâhı bile yoktu. Kocaman gösterişli tezgâh ve onların arkasındaki yırtıcı kadınların arasında, küçücük bohçasını açmış sessiz sedasız bekliyordu.

Yaşını tahmin etmek neredeyse imkânsızdı. Küçük bir çocuğu andıran bedenine rağmen, yüz yaşındaymışçasına yorgun bakan simsiyah gözleri vardı. İhtiyar bir kız çocuğuydu adeta. Önünde açılı bohçanın içinde özenle katlanmış göz alıcı parlaklıkta siyah bir kumaş vardı.

Kasabaya gezmeye gelen turistler, tezgâhların arasında el dokuması yöresel kumaşlardan alabilmek için birbirini eziyordu adeta. Satıcı kadınlar arasında müşteri yüzünden çıkan ağız dalaşları sokağı inletiyordu.. İnsanlar, önünden öylece geçip gidiyor, kimse Onu fark etmiyordu.

Tam Ona doğru birkaç adım atmıştım ki ; genç bir adam hızla yanına sokuldu..Eğilip, bohçadaki kumaşı özenle açtı.. Kumaş, siyah üzerine beyaza çalan sarı ile dokunmuş hilal motifi olan ufak bir parçaydı..Genç Adam , kadının kuşağına eğilip bir şeyler söyledi. Sonra kumaşı alıp gitti. İçimde karşı koyamadığım bir merak uyandı. “Kimdi bu adam?” “Bu kadın.. Neden bohçasında bir tek parça kumaş vardı?” “Bu adam kumaşı alırken neden para vermemişti?” “Kadının kulağına ne söylemişti?” Beynimde bütün bu sorularla, ayaklarının üzerinde adeta süzülen o “ihtiyar kız çocuğunun” peşine takıldım.

Kasabanın çıkmaz sokaklarından birinde, tek katlı bir evde bitti takibim.. Hava kararıncaya kadar uzaktan evi izledim.. Merakımda zerre kadar azalma yoktu. Hava kararıp, evin ışığı yanınca usulca evin alçak penceresine yaklaştım. Penceredeki incecik tül içeriyi görmeme izin veriyordu..

Kadın , odaya geldi, çıkrığını eline aldı.. Etrafta eğirip ip yapabileceği hiç bir şey görünmüyordu..O an inanılmaz bir şey oldu.. Bir mucize.. Kadın ince ince ağlamaya başladı. Yanaklarında, çenesinden çıkrığa düşen yaşlar şeffaf ipek ipliklere dönüşmeye başladı.. Bu ihtiyar kız çocuğu , göz yaşlarını eğiriyordu.. Bir masal dünyasına düşmüş gibiydim.. Saatlerce ağlayışını ve yaşların ipek iplere dönüşmesini izledim..Gün ağarıyordu.. Gitmeliydim.. Ertesi akşam aynı saatlerde devam etti mucize..Üç gece boyunca kadın, saatlerce ağladı, göz yaşlarından ipek iplikler eğirdi. Dördüncü gece, yorgun ayaklarını sürüyerek dokuma tezgahının başına geçti..Titrek elleriyle kumaşını dokumaya başladı.. Güvercin kanadı elleri, tezgahın üzerinde hareket ederken, bir yandan da mırıldandığını fark ettim..Ne söylüyordu? Ne anlatıyordu? Ve ikinci mucizeyle titremeye başladım.. O şeffaf ipek iplikler, kadının dokunuşuyla renk almaya başladı.. Yine aynı parlak siyah kumaş üzerinde belirginleşen tek bir motif.. Bir…

O Perşembe Pazar yerine gittiğimde, kumaşı almayı kafama koymuştum.. Ona yaklaştım.. Cebimdeki bütün parayı bohçanın üzerine bıraktım.. Hiç bir şey söylemeden yüzüme baktı.. Bakışlarında öfke, acı, küçümseyiş, birbirine geçmişti sanki..Eğilip, bohçanın üzerine bıraktığım paraları toparlayıp bana uzattı.. “Ama neden?” dedim.. Sustu.. Başını yere eğip sadece sustu.. Bir kaç dakika geçti geçmedi, aynı genç adam yine geldi.. Kadının kulağına bir şeyler fısıldadı.. Az önce acı ile bakan gözlerden, bir an sadece bir an belli belirsiz bir ışık gelip geçti. Genç adam kumaşı alıp uzaklaşıyordu.. Kumaşın sırrını öğrenmiştim, peki ya bu adam… Peşine düştüm.. Kumaş pazarının çıkışında omzuna dokundum..Döndü, gülümsedi.. Sanki geleceğimi bilircesine bakıyordu.. Hiç bir şey sormama gerek kalmadan anlatmaya başladı : “Kumaşı neden size değil de bana sattığını, daha doğrusu neden bana verdiğini merak ediyorsunuz değil mi?.. Dinleyin.. Yıllar önce, kasabamıza geldiğinde , insanlar onun deli olduğuna hükmetmişti.. Sokak sokak gezip hikayeler anlatırdı.. Meraklı ve acımasız kasaba halkı anlattığı hikayeler deli saçması gözüyle bakar, alay ederdi.. Düşünün, göz yaşları içinde anlattığınız hikayelere kalabalıkların kahkahalarla gülmesi ne acıdır.. Onu takip etmeye başladım.. Aylarca.. Zamanla hikayelerindeki sembollerin anlamını kavradım.. Aslında ne anlattığını.. Bir gün hikayesini anlatırken onunla birlikte ağladığımı fark edip yanıma sokuldu, kulağıma eğildi.. Sağol dedi.. Sadece sağol.. Onu anladığım için sağol dedi bana..”

Birden sustu.. Derin bir nefes aldı.. Elindeki kumaşa bakarak anlatmaya devam etti : “ Derken birgün pes etti.. Anlatmaktan vazgeçti..Evine kapandı bir süre.. Sonra bir gün bu kumaşlarla gördüm Onu kumaş pazarında.. Satmıyordu.. Kumaşlarını, o kumaşları dokurken anlattığı hikayeleri anlayana veriyordu sadece.. Hikayesini anlayana, kumaşını vererek sağol diyordu.. Şimdi anladınız mı kulağına söylediğim şeyin ne olduğunu..”

Susma sırası bendeydi.. Böylesine bir iç içe geçmişliği ilk defa görüyordum.. Kendime hakim olamayıp sordum :

-Peki bu kumaşın hikayesi

Gülümsedi..

-Birgün ,Onun dilini çözebildiğiniz gün.. Onu anlamak için benim kadar emek verdiğiniz gün, bu sorunun cevabını biliyor olacaksınız.. Ama o güne kadar… Çok üzgünüm..

Anlıyordum.. İçimde ufacık bir sitem yoktu.. Bu sırrı kavrayan genç adama hayranlıkla baktım sadece..O günden beri, dilini öğrenmeye çalışıyorum bu ihtiyar kız çocuğunun.. Belki bir gün.. Belki bir gün elimde siyah üzerine tek bir motifin olduğu bir kumaş olacak..Ogün size o hikayeyi anlatacak mıyım?. Hiç sanmıyorum..


19 Nisan 2009 Pazar

dağlarına bahar gelmiş memleketimin...


Şöyle uzanıvermek istiyorum toprağa..
Sırtımı toprağa, yani sırtımdan vurmayacak olana yaslamak..
Ve dikmek gözlerimi maviye..
Güneşin şiddetinden belki de kör olmak..
Taze biçilmiş çimenin kokusunu çekmek içime..
Sarhoş olmak..
Karıncaların telaşını izlemek..
Elime konan uğur böceğinin kırmızısındaki siyah benekleri saymak..

Rüzgarın nefesiyle sevişmek.....
Dalgaların kayaları öpüşünü dinlemek..
Gözlerimi kapatıp şimdiye kadar ıskaladığım tüm sesleri yakalamak istiyorum...

Sebebi ne bilmiyorum inan ki...
Bu yıl "artık" baharı yaşamak istiyorum...


hesap..

Bütün hesaplarımın üzerinde bir hesabı olan var..
Sadece niyet etmek..
Gerisi..
Bana gölge , O'na ayan..


18 Nisan 2009 Cumartesi

Eski bir fotoraftan düştün sen

Beklenen..


Bir şişe içine yazılmış küçük bir nottu beklediğim...Meçhul bir sevgilinin, adını bilmediğim bir kıyıdan yollladığı.. Soyundum bütün eski elbiselerimden... Yıkandım soğuk mavi sularında düşlerin.. Üşüdüm.. Büründüm kendimi kendime.. Bekledim.. Kaç düş geçti üzerinden.. Kaç düşün kırıkları yağdı saçlarıma yıldız yıldız... Gelmedi...
İflah olmaz yüreklerden bir yürekti yüreğim.. Gelmedi.. Gelmedikçe bekledim.. Ben bekledikçe o gelmedi.. Gün geldi beklemeye sevdalandım.. Gelmeyeni beklemeye...
Şimdi sakın gelme... Artık gelme.. Seni beklemeyi senden çok sevdim..


Umudu katık etti düşlerine..


17 Nisan 2009 Cuma

Münzevî..



"Gitmek istiyorum buralardan, herşeyi ve herkesi ardımda bırakıp..."
Son yıllarda içimden en çok geçirdiğim cümle bu.Hem de gerçekleştiremeyeceğimden emin olduğum halde. Arada böyle anarşist hayaller kuruyor insan.
Gitmek... O ana kadar yaşadığı herşeyi öylece bırakıp gitmek.. Hani kahvaltı sofrasını toplamadan masada bırakıp evden çıkıp gider gibi gitmek..
Mümkün mü? Değil elbette..
Sahibi olduğunuzu sandığınız şeylerle aranızda imzaladığın anlaşma nedense şekil değiştirmiştir.. Aslında siz onların değil, onlar sizin sahibiniz olmuştur.. Ve sahipleriniz asla izin vermez bu gitmelere.. Gün dediğiniz 24 saatlik zaman diliminden her sahip kendine düşen payı alır.. Size kalan;- eğer kalırsa tabii- başınızı yastığınıza koyup uyur gibi yaptığınız anlarda sadece sizin bildiğiniz küçük düşsel zamanlardır..
İnsanlar... İnsana dair umutlarımın giderek tükendiği demlerdeyim.. Her yeni insan , yeni bir umutla dahil oluyor dünyama.. Sormadan , sorgulamadan, sahiplenmeden, sahiplenilmeden , yanyana yürüyebilmek.. Başlangıçta herşey çok güzel.. Ne zaman ki, çıkarlarınız çatışır, ne zaman ki birbirinizin hesaplarını içine dahil olursunuz işte o zaman yol arkadaşınız başka bir şeye dönüşür.. Acıdır .. Acıtıcıdır..
Herşeyi ve herkesi bırakıp gidiyorum artık.. Bu gidiş bedenimi sahiplerime bırakıp kendi kendime hicret ediş sadece.. Sadece kelimelerimi alıyorum yanıma.. Harflerimin gölgesine saklanmak, iki noktalarımın arasından bakmak hayata, dur durak bilmeden noktalı virgüllerle dolu cümleler kurmak.. Yazmak.. Yazmak.. Sadece yazmak istiyorum bundan sonra..


16 Nisan 2009 Perşembe

SON..

Nasıl başladı bu blog maceraları..
Ne garip hepsinin sebebi bilerek yada bilmeyerek sendin.. İlk senin blogunda kendime ait bir yazıyı görünce hırs yapıp başlamıştım yazmaya.. Garipti, senin sen olduğunu bile bilmeden..Seni başka biri sanarak.. Karışık ve hayli gereksiz bir hikaye bu.. Sonra senin yüzünden kapatıldı ilk blog.. Nedenini biliyorsan bil, bilmiyorsan bilme.. Hayli zaman geçti üzerinden..
Sonra ikinci blog... Yazmayı sevmiştim.. Gerçekliklerimden bir an sıyrılıp, bir küçük düş dünyası kurmak kendime.. Kelimelerle sevişmek.. Yıllarca içimde attığım birşeyler yazma arzumun yeniden alev alışıydı.. Ama alev kontrolden çıktı sonra.. Garip bir hal aldı.. Öyle ki.. İstemediğim yangınlar oldu.. Kaçtım.. Komik değil mi? Kaçarım ben.. Altından kalkamayınca kaçacak kadar korkağım çünkü.. Kendimden kaçmalarım da bu yüzden..
Ve şimdi Yağmur kaçağı.. Adın bir önemi yok, sadece diğerlerine benzemeyen fiyakalı bir isimdi aradığım ve çok sevdiğim bir şiirin adıydı bu.. Hepsi bu...Kısa sürdü.. Çok kısa..
Sanırım artık gitmek vakti.. Birkez daha.. Gelirmiyim.. Sanmıyorum..
Ben yazı yazmamalıyım.. çünkü ; adımdan büyük bir soyadım var...
Hayal kurmamalı, en azından kurduğum hayalleri kimseyle ulu orta paylaşmamalıyım.. çünkü ; adımdan büyük bir soyadım var...
Halimden şikayetçi olmamalıyım. çünkü ; adımdan büyük bir soyadım var...
Zaaflarım olmamalı .. çünkü ; adımdan büyük bir soyadım var...
Kendim için değil, birileri hakkımda ne düşünür diye yaşamalıyım.. çünkü ; adımdan büyük bir soyadım var...

İnsanım ben.. Zaafları ,yetenekleri, yetersizlikleriye insan... Bir insan kadar hata yapmaya yakın başka bir canlı göster bana.. Hata yapacağım.. Af dileyeceğim.. Affedecek, affına sığındığım.. Ben yine hata yapacağım.. yine aynı kapıya gidip, ağlayacağım.. Hayat... Kusursuz olsaydım, melek olurdum.. Ama ben insanım.. Hayvandan daha aşağılara bile düşebilen bir insan.. Hala ,hatalarımdan acı çekiyor olmakla kendimi avutabiliyorum..

Bu gelgitleri , bu sancıları anlamanı beklemiyorum..Bunları niye seni muhatap alarak yazdığımı bile bilmiyorum aslına bakarsan..
Yaptığımız ender "insani" sohbetlerin birinde "yapıcısın" demiştin.. Yapıcı olmak.... Neye yarar.. Eğer yıkım gücü inanılmaz olan birine denk gelirsen, yapabileceğin hiç birşey kalmıyor.. Benim de kalmadı..
Haklılıklarını düşünüyorum.. Belki sadece üslup.. Belki de sadece bu.. Daha az yerlebir edebilirdin beni.. Sağlık olsun.. Olacak olan neyse, olan odur ...

Şimdi gitmeliyim.. Soluduğun oksijeni kirletmeye devam edeceğim ne yazık ki.. Ne yazık ki , bu küçük şehirde karşılaşma imkanımız hep var.. Allahtan seni tanıyabileceğimi, senin de beni tanıyabileceğini sanmıyorum.
Benim adımdan büyük soyadım var.. Artık susmalıyım..
İlk yazım senin içindi..garip bir tecelli son yazım da senin için oldu..

Şimdi gitmeliyim..
Bir yazma sevdası böylece bitti...

yağmurdan kaçarken mim'e tutuldum ...

Yağmur kaçağı , Yağmur prensini kırmamalı diye düşündüm.. Yoksa mim'lerle başım hoş değil..

Yağmur kaçağının kalbini çalan hareketler...
Yağmur kaçağının kalbi, bir çocuğun kalbidir.. Çalınması kolay, kırılması kolay.. Hepsi kolay da unutması ... Neyse hüzünlenmenin gereği yok.. Konumuz bu değil zaten...

Yağmur kaçağı, umursar etrafındaki insanları.. Ve herbirine ait küçük küçücük ayırıntılar biriktirir içinde.. Kahveyi nasıl içer, en çok hangi bardakla çay içmekten keyif alır, hangi şarkıda kaybolur gider, hangi şiirdir yüreğini ısıtan, menekşenin hangi rengine vurgundurbilir..
Susuşları bilir, belli belirsiz iç çekişleri hisseder, fırlama esprileri yakalar, kaçamak göz kırpışlarla keyiflenir.. Herbirinin dilini ezberler.. Kendi kelimeleriyle seslenir herbirine..
Yağmur kaçağı, birini sevmişse... Anlar.. Anlamak için kafa yorar.. Her dost özeldir.. Dotlardan biri değildir..

Ve ister ki; herhangi biri olmasın dost dediği yürekte.. Anlamasın ama anlamak için kafa yorsun yeter ki.. Küçük ayrıntılarımı yakalasın, unutmasın onları.. Günü geldiğinde türk kahvesinin hanında bir küçük bitter çikolata konursa "sen seversin biliyorum " diyerek, deli olur bu küçük yürek..

Bu kadarcık işte.. Çok kolay görünüyor değil mi kalbimi çalmak...

15 Nisan 2009 Çarşamba

yapabilir misin?


Tarumar olmuş bahçelerden geliyorum.. Kırılmış dallardan, kökleriyle birlikte topraktan sökülmüş çınarlardan geliyorum.. Çiçek adlarını ezbere bilirdim oysa.. Her çiçeğin açacağı mevsimi.. Ama zaman.. Zaman öğretti bana da , sabahları bir çise damlasıyla yüzünü yıkayan masum goncanın bedeninde aslında onlarca kan akıtan, can acıtan dikenin var olduğunu..

Gece uykularının kabusa varışlarını bilirim.. Hoş sedalar kalmadı bana o günlerden.. Bana kalan , başımı yastığa koyunca duvarlardan kusan hıçkırık sesleri oldu. Ne acı..

Ten, yorgun savaşlardan ..Hala dumanı tütüyor başıma yıkılan evlerin.. Ve bu koku, bu ağır koku, damarımda donup kalan ,akıtamadığım zehirli kanın kokusu bilirim.. Topraklarımdan, kervanlar geçti.. Bu sessizlik kaldı çekip gidenlerin ayak seslerinden geriye.. Ve ayak izleri birde, rüzgarın zaman zaman alıp götürdüğü, zaman zaman geri gönderdiği..

Gecelerin kaç vakit olduğunu iyi bilirim.. Bilmediğin kadar.. Bilmeyi istemeyeceğin kadar..

Kapıları örtülü taş duvar bir yalnızlığa ellerini uzatıyorsun şimdi.. Tutmak için ellerimi.. Ellerim.. Sahi , hiç baktın mı ellerime? Gördün mü diken berelerini, tadına baktın mı hiç avuçlarımın?. Tattın mı göz yaşlarından sinen tuzun tadını avuçlarımda? Ahh! Bilmiyorsun hiç..Hani Atilla İlhan şiiri misali, “kötüyüm, karanlığım, çirkinim” desem sana .. Ellerin.. Sahi ellerin tutabilir mi her şeye rağmen ellerimi?

Gözlerimde her an parlamaya hazır küçük bir ışık var hala bilirim ve dudağımın kenarında bir tatlı sözle can bulmayı bekleyen bir gülüş.. İçimde bir yerde kırmızı elbisesiyle ip atlayan ihtiyar bir kız çocuğu var.. Sen bütün bunların üstesinden gelebilir misin? Tarumar bahçenin en ışık almaz kör noktasında, öylece güneşin gelmesini bekleyen gelinciği açtırabilir misin?

Yorgunum.. Yaralarım var üstelik.. Tüm güçlü duruşuma rağmen,ürkek bir serçe gibi tedirginim aslında.. Bir daha bir kez daha yenilmek değil, yanılmaktan korkuyorum.. Hayal kırıklıklarıma bir yeni halka daha eklemekten..Anlıyor musun?

Şimdi düşün.. Ellerimi uzatıyorum zifiri bir karanlığın içinden.. Bulabilecek misin ellerimi? Tutabilecek misin? Ellerimi tutup kendine çekebilecek misin? Dokunabilecek misin tenimden ötede olana? Sarılabilecek misin? Tenimde yeni savaşlar çıkarmadan, ruhumu zapt edebilecek misin?

Etrafında tur atıp fethettik sandıkları kaleyi fethedebilecek misin? Sahi bütün bunları yapabilecek misin?Bu imkansızı başarabilecek misin?

Öyleyse durma..

Seni bekliyorum.. Tut ellerimi…

14 Nisan 2009 Salı

yetişmek telaşı.. ama neye?


Geç kalacağım diye acele ettiğim zamanların tümü geride kaldı...

Mazi...

Beyhude telaşlar ve nefes nefese kalmışlıklardan ibaret...


Şey(tan) vakti

"Gelme" diye yalvardı Adam..
"Geleceğim" diye diretti Kadın...

"Gelme" diye tükendi adamın nefesi.. Kadın, reddedilmiş her insan gibi saldırgandı.. -Çaresizlik insanı saldırganlaştırır- Korkunçtu kadın.. Kendince zekiydi.. Ve her zeki kadın kadar tehlikeli..

"Gelme" diyordu Adam.. Geldiğinde olacakları bilircesine "gelme" diye yalvarıyordu.. Nafile...
Ve geldi kadın.. Bir kadının bürünebileceği en "kadın" hâl ile geldi..
Adam, kadının gözlerinde yaklaşan felâketi görüyordu.. Korku, sinmişti bütün odaya.. Korkunun kokusunu alıyordu kadın.. Gülümsüyordu.. Odaya git gide hakim olan korku kadını daha da "kadın"laştırıyordu.. Adamın korkusu, kadına güç oluyordu..

Vakit (şey)tan vaktiydi.. Bunu ikisi de biliyordu...
....
Kadın, muzafferdi..
Adam, perişan..

Gülümseyerek yaklaştı kadın adama.. Adamın gözlerindeki acıyı görmedi, zafer sarhoşu gözleri..
Giyindi...
Tam kapıdan çıkmak üzereyken, adam son bir gayret kalktı ayağa, kadına yetişti.. Avucunun içinde terden sırılsıklam olmuş kağıdı kadının eline tutuşturdu eşikte...

Kadın, adamın teninde bıraktığı kokuyu koklayarak döndü evine.. Duş aldı.. Saatler sonra avcuna bırakılan kağıdı hatırladı.. Çantasının içine öylesine atıverdiği kağıdı çıkardı.. Titrek el yazısıyla yazılmış dizeleri okudu...

Seni nasıl severdim bir bilsen,
Öpsen eğilip de üstüne ruhumu
Ruhumu o güzel gözlerine hapsetsen
Ah! bu imkansızı bir başarabilsen..
Seni nasıl severdim bir bilsen,

Sen zehirli silahını kullandın.
Ki aşk, gözlerine bir çift ihanetti,
İhanetti ruhuma çırılçıplak bir kadın,
Geldin hayalimi, gittin hatıralarımı kanattın...
Sen zehirli silahını kullandın.

Kadın, anladı..
Korkuyu...
"Gelme"nin anlamını...
Anladı... Anlamanın bir işe yaramadığı bir anda anladı...
(Şey)tan vaktinden sonra zamanın anlamı kalmadı...

gitmek & kalmak / gidememek & kalamamak

Gitsem buralardan , benimle götüremeyeceklerimde kalıyor bir yanım..

Kalsam buralarda , yanıma alamayacaklarımda kalanlarım kadar en az..

Hep bir yanım eksik..

Hep yarım..

Yarım yamalak heşey..

Kopup giden her parçamdan kan sızıyor...

Beni kan tutuyor...

13 Nisan 2009 Pazartesi

tesbih..


Neydi ruhumdaki dağılan tesbihin imamesi?

Dağıldım...

Toplanmak.. Ama nasıl?

sarmaşık..


Gözlerini kaldırıp gökyüzüne baktı..
Gök, dev ağzını açmış , küçük kadını yutmaya çalışan bir ejderha gibi gülümsüyordu yine.. Yıldızlar.. Her gece , karanlığın içinde yalnızlığın sinsice bilediği dişler gibi parlıyordu uzaktan.. İçinde , can çekişen bir güvercindi yüreği... Çırpınıyordu.. Kanatlarını tutuşturup yeniden bir doğuş yaratamazdı ki güvercinler.. Onlar Anka değildi.. Ve hayat.. Hayatta masal diyarı değildi işte.. Bir güvercin, sadece kanat çırpardı... Boşuna, boşu boşuna çırpınırdı.. Gücü tükenenen kadar.. Sonra düşerdi kanatlar, susardı ansızın güvercinin gri beyaz göğsü.. Ve usul usul soğumaya başlardı bir minik güvercin cesedi.. Güvercinler ölürdü.. Küçük kadınlar da güvercinlerin peşi sıra.. Ölmezdi ama... Bundan sonrasının adına ölüme ayak sürümeler denebilirdi sadece...

Toprağa yığılıp öylece kaldı yine..
Toprak.. Şefkatle okşadı, kucağına yığılıveren küçük kadını.. Bir tek toprak.. Sorgusuz, sualsiz, her haliyle, herşeye rağmen bir tek toprak.. Gövdesinden uzanan sarmaşıklar, kollarını bağlamıştı kadının.. Çaresiz(miy)di... Gün günden esir eden sarmaşıklar, milim milim toprağa işliyordu.. Biliyordu.. Eğer o sarmaşıkların kökleri toprağa tutunursa asla kalkamayacağını biliyordu.. Toprak, usulca fısıldıyordu.. "Kalk artık" diyordu.. Kalkabileceğine bir tek toprak inanıyordu..
Bir mucize bekliyordu sanki.. Göklerden gelecek bir mucize ile, özgür kalmayı bekliyordu.. Dilsiz yakarışlarla baktı bir kez daha gök yüzüne.. Dev ejderha, dişlerini göstererek gülüyordu..
"Bir kez daha" dedi küçük kadın ...
Bir kez daha..
Kendine inan toprağı utandırmamak için birkez daha...


12 Nisan 2009 Pazar

müsebbib...

İmtihan...

Gün gelip "mağdur" olduğun bir mevzuuda "müsebbib" olmak ihtimaliyle imtihan edilmek...

Karışık.. Karmakarışık..
Can yakıcı...

Kaçmalı..

10 Nisan 2009 Cuma

Denizkızı..



O’nu fark ettiğimde sahildeki banklardan birinin üzerinde sızmak üzereydi adeta. Rengarenk , parlak kumaştan eteğinin altında , gece karanlığına rağmen fark edilen yeşil file çoraplarıyla ilk bakışta, gecenin o saatlerinde mesai yapan küçük kadınlardan birine benziyordu aslına bakarsanız.. Ama başka bir şey vardı.. Bambaşka bir şey..

Birkaç dakika metre ötedeki bankın kenarına ilişip bir sigara yaktım..Ağlıyordu.. Bildik bir kadın ağlamasına, bilmediğim bir lisanda mırıldanan şarkısıyla eşlik ediyordu.. Gözlerimi alamıyordum.. Beni fark etmesinden, korkup kaçmasından korkuyordum.. Neden korktuğumu bile bilmiyorum.. Ama o anda bir farklılık vardı, bunu hissediyordum.. Orda oluşum, O’nu fark edişim, ağlayışını duyuşum.. Bütün bunlar gelişi güzel yaşanan şeyler değildi.. İnsiyaki bir şekilde yanına gittim.. “Ne oldu?” diye soruverdim.. İri yeşil gözlerini ilk defa gördüm .. Bana baktı.. Çaresizlik ve yalvarış, bir gözü ancak bu kadar zapt edebilirdi.. Bana baktı.. Çocuk mu kadın mı olduğunu kestiremediğim dudaklarından titrek bir “geri dönmek istiyorum” döküldü..

Geri dönmek..” Ama nereye? Kimdi? Nereye gitmek istiyordu bilmiyorum.. Bildiğim tek şey, o an cebimdeki birkaç on liradan oluşan tüm servetimi, Onu gitmek istediği yere göndermek için feda edebilirdim..

-Nereye gideceksin?

-Denize…

-Denize mi?

-Hıı hı..

Küçük parmaklarıyla, karanlıkta görünmeyen bir noktayı gösterdi denizin içinde..Sonra gözlerini kapattı.. Uyumuş muydu yoksa sızmış mıydı bilmiyorum.. Yüzünü seyretmeye başladım..Bembeyaz bir tenin üzerinde kalemle çizilebilecek kusursuzlukta bir burun ve altında kırmızı aralık dudaklar.. Çok güzeldi.. Bu dünyaya ait olamayacak kadar güzel.. Saçlarından gelen yosun kokusu ile sarhoş olabilirdim..Kaç saat izledim Onu bilmiyorum.. Artık kararımı vermiştim.. O bu dünyanın bir parçası değildi.. O.. O bir deniz kızıydı .. Evet, bir deniz kızıydı O..

Sarhoş bir balıkçı ağına takılıp bir şekilde, karaya hapsolmuş küçük bir deniz kızıydı.. Ve ölmek üzereydi..Renkli eteğine baktım.. Evet ..Kesinlikle masallarda anlatılan deniz kızıydı bu.. Öyle olmasa saçları nasıl bu kadar sarhoş edici olabilirdi ki..

Birden seçilmiş bir kahraman olduğuma karar verdim.. Tanrı, bu zavallı deniz kızını kurtarmak için beni seçmişti.. Ve ben, ne yapıp edip Onu yeniden denize, denizin içinde bana gösterdiği o karanlık noktaya ulaştırmalıydım.. Ama nasıl? Kimseye Onun bir deniz kızı olduğunu söylemeden bunu nasıl yapacaktım ki?

Hala uyuyordu.. Korkarak dokundum saçlarına..Nemliydi saçları.. Belki biraz okşasam, aralarından deniz yıldızları dökülecekti.. Yapmadım.. Deniz yıldızlarını ürkütmedim..

Sahil tenhalaşmaya başlamıştı.. Sadece, bankta ikimiz kalmıştık.. Bir de her şeyin şahidi olan gök yüzü..

Omzundan tutup, hafifçe sarstım.. İri yeşil gözlerini araladı.. Gözlerindeki yaşlar pınarlarında öylece duruyordu.. “Hadi gidiyoruz” dedim.. “Nereye" dedi.. “Seni evine götüreceğim” dedim.. Işıklandı yüzü.. Minnet dolu bir gülümsemeyle baktı bana.. “ Bana güven” dedim..

Küçük deniz kızını, bankın üzerinden kucağıma aldım.. Kollarını boynuma kenetledi.. Hafif esen rüzgar, nemli saçları , saçlarını arasında oynaşan deniz yıldızları ve sarhoş eden o yosun kokusu.. Kayalıkların arasında iniyorduk.. Karanlıktı.. Dikkatle ilerliyordum… Ayaklarım nihayet suya değdi.. Dizlerime kadar suyun içindeydim. Ayakkabılarımın , pantolonumun ıslanmasına aldırmıyordum bile..Sadece iri yeşil bir çift gözdeki ışığı izliyordum.. Suyun içinde ilerledikçe çoğalan ışık beni mest ediyordu..

Kaç adım ilerlemiştim bilmiyorum.. Boynuma dolanan kollar gevşedi.. Sulara bırakıverdim küçük deniz kızını..Eteğindeki renkler bir dalıp bir kayboldu karanlık suların içinde.. Birkaç dakika bekledim.. Sonra geldiğim yoldan sahile çıkıp, Onunla oturduğumuz bankın üzerine oturdum.. Bir sigara yakıp denizi izledim bir süre.. Uzakta çok uzakta bir yıldız bir an yanıp söndü.. Denizkızı bana el sallıyordu belki de.. İçim geçmiş..

Sabaha karşı, hoyrat bir sarsma ve telsiz sesleriyle uyandım… Etrafımda onlarca polis ve bir o kadar da meraklı insan birikmişti.. Kayalıkların üzerinde üzeri örtülü biri yatıyordu… Neler olduğunu anlamaya çalışıyordum.. Rüzgardan uçuşan kağıdın altından , o rengarenk eteği fark ettim.. Küçük Denizkızı… Ama nasıl?

Polisler beni alıp götürdü.. Gece sahilde yanında en son görülen benmişim.. Saatlerce olanı biteni anlattım.. “Onun Denizkızı olduğunu ve yaptığım tek şeyin onu evine göndermek olduğunu..” İnanmadılar..

Şimdi mi?

Doktorum bana inanıyor.. O, bana inanıyor biliyorum.. Bazen birlikte hastanenin denize bakan bahçesinde geziyoruz.. Ona Denizkızının saçlarındaki deniz yıldızlarını anlatıyorum..

Gülümsüyor…

anlamsız cümleler..

"Bir " herşeydir...
"Çok" hiç birşey...

Bu ve bunun gibi anlamsız cümleler uçuşuyor zihnimde.. Bütün bunların aslında anlamlı bir dizilişe biraraya getirilirse, ifade edemediğim halin izahı olacaklarmış gibi bir his var içimde..
Ama bunu yapabilmekten uzağım.. En azından şimdilik..

Katılasıya ağlarken birden bire anlamsız kahkahalarla yığılır gibiyim duvarın dibine...
"HÂL" gördün mü benimle uğraşmanın sonunu dercesine sırıtıyor uzaktan.. Gel hadi anlat bakalım anlatabilirsen...
İçimde bir birinden bağımsız musluklar var sanki..
Havuz problemi kadar karmaşık bir durum.. Bir şeyler sürekli doşalıyor.. Bir şeyler boşalırken, yerine başka bir şeyler dolup duruyor.. Dolanlar, boşalanlar, gidenler, gelenler, kalanlar, dur gitme dediklerim.. Herşey birbirine geçiyor...

Paletimdeki bütün renkleri birbirine karıştırmış gibiyim..
Mutlaka bir oranı olmalı şu "beyaz"a ulaşmanın..
Neydi?
Yoksa .. Yoksa böyle bir oran yok mu? Tamamen tesadüfi mi herşey..
Ama tesadüf yok biliyorum..
Neden paletimdeki renk gittikçe çamur rengine benzer bir hal alıyor..
Karışıyorum..
Karıştırıyorum...
Fırçalar yetmiyor, ellerimle, saçlarımla, yüzümle.. Sahip olduğum ne varsa hepsiyle, sahip olduğum herşeyi birbirine karıştırıyorum..

Dip'i bulmak..
Bir Dip bulmak.. Orda ayağımı dibe vurup suyun yüzüne çıkmak..
Ya olmazsa.. Ya 60 mt. de vurgun yersem. Ciğerlerim patlarsa suyun altında..

Saçmalıyorum..
Birbiriyle alakasız cümleler , beynimi kemiriyor..

Rabbim; Aklıma mukayyet ol..

Billur tenli kızlar..

Yosma kaldırımlarında şehrin ,
Hergece cinayetler işlenirdi..
Sırım gibi delikanlılar,
Dillerine malum ıslık, ayak izlerini gömerken taşlara,
Billur tenli kızlar, ihtiyar kalantorların nefesinde tükenirdi..

Isırılırdı dudaklar, geceye edilirdi küfürler,
İsyan, bir şarap şişesinde savrulurdu kayalıklardan denize,
Kız bir iç çekişle solardı..
Kızın nefesine, bir alkol kokusu dolardı..
Gecede bir yanıp ,bir sönerdi iğrenç altın diş...


Kalantor, kaçamak derdi, cinayetine.
Delikanlı gecenin adını ihanet koyardı..
Billur tenli kızlar....
Ah o kızlar..
Onlara anneleri bile sarılmazdı...
Sadece kaldırımlar...
Onlar da adaşım diye fısıldardı...

9 Nisan 2009 Perşembe

...yine sus... yine.. hep sus..

mâni oluyor hâlimi takrire hicabım...

desem...
sakın "ne diyorsun yine" deme olur mu?

beceremiyorum..

Kafam bozuk ..İçesim var.. İÇEMEM...

Yoruldum oyunlardan... Gidesim var.. GİDEMEM...

Gözlerim yanıyor hem çok fena ..Ağlayasım var.. AĞLAYAMAM...

Susmaktan boğuldum artık.. Seviyorum diyesim var.. DİYEMEM..

Can herşeye rağmen tatlı.. Ölesim var.. ÖLEMEM...


sanırım haklı, ben hiç bir şeyi beceremiyorum...

8 Nisan 2009 Çarşamba

nisan

Nisan...
Bahar gelmiş memleteketteki tüm dağlara.. Hani gelmemiş olanların da eli kulagında..
Ağaçlar çiçeğe kesmiş ..
Toprağa inat, toprağı ite ite bitiveriyor bin renk çiçekleri..

Nisan...
Bir yapraklanma mevsimi..

Tuhaf..
Nisanla birlikte seyrelmeler başlıyor dallarımda.. Daha dün en güzel rengini "gör" diye gözüme dayayan çiçekler intihar mı etti yoksa?

Bilirim bu tenhalaşmaları...
Sadece gülüyorum..
Hüsn-ü zann ve yanılgı.. Eyvallah.. Aldık kabul ettik..

Ettik etmesine de kör olası dil arada kendi kendine söylenmeden duramıyor işte..
O da çok mühim birşey değil boşver..
Sadece ufacık bir VAYYY BEEE !
Yahu gerçekten hiç hesapsızca derdinizle dertlenip, mutluluğunuzla sevinecek kimseniz olmadı mı sizin?

Nedir bu tedirginlik.. Bu susuş..

İstediğiniz bütün cümleleri kurabilirdiniz halbuki :
Seni neden ilgilendiriyor?
Sana ne?
Özelime burnunu sokma..
Defol git başımdan...
vs.. vs.. vs..

Ne diyebilirim ki..
Şimdi ben çok alınganım değil mi?





Ey sevgili..

Senin kalbinden sürgün oldum ilkin
Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği
Bütün törenlerin şölenlerin ayinlerin yortuların dışında
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da
Uzatma dünya sürgünümü benim
Güneşi bahardan koparıp
Aşkın bu en onulmazından koparıp
Bir tuz bulutu gibi
Savuran yüreğime
Ah uzatma dünya sürgünümü benim
Nice yorulduğum ayakkabılarımdan değil
Ayaklarımdan belli
Lambalar eğri
Aynalar akrep meleği
Zaman çarpılmış atın son hayali
Ev miras değil mirasın hayaleti
Ey gönlümün doğurduğu
Büyüttüğü emzirdiği
Kuş tüyünden
Ve kuş sütünden
Geceler ve gündüzlerde
İnsanlığa anıt gibi yükselttiği
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim

Bütün şiirlerde söylediğim sensin
Şuna dedimse sen Leyla dedimse sensin
Seni saklamak için görüntülerinden faydalandım Salome’nin Belkıs’ın
Boşunaydı saklamaya çalışmam öylesine aşikarsın bellisin
Kuşlar uçar senin gönlünü taklit için
Ellerinden devşirir bahar çiçeklerini
Deniz gözlerinden alır sonsuzluğun haberini
Ey gönüllerin en yumuşağı en derini
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim

Yıllar geçti sapan olumsuz iz bıraktı toprakta
Yıldızlara uzanıp hep seni sordum gece yarılarında
Çatı katlarında bodrum katlarında
Gölgendi gecemi aydınlatan eşsiz lamba
Hep Kanlıca’da Emirgan’da
Kandilli’nin kurşuni şafaklarında
Seninle söyleşip durdum bir ömrün baharında yazında
Şimdi onun birdenbire gelen sonbaharında
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da
Ey çağdaş Kudüs (Meryem)
Ey sırrını gönlünde taşıyan Mısır (Züleyha)
Ey ipeklere yumuşaklık bağışlayan merhametin kalbi
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim

Dağların yıkılışını gördüm bir Venüs bardağında
Köle gibi satıldım pazarlar pazarında
Güneşin sarardığını gördüm Konstantin duvarında
Senin hayallerinle yandım düşlerin civarında
Gölgendi yansıyıp duran bengisu pınarında
Ölüm düşüncesinin beni sardığı şu anda
Verilmemiş hesapların korkusuyla
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim

Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır
Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır
Aşk celladından ne çıkar madem ki yar vardır
Yoktan da vardan da ötede bir Var vardır
Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır
O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır
Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır
Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır
Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır
Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır
Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır
Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır
Göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır
Sendan ümit kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili

S.K.
**************

sadece huzur istiyorum...





4 Nisan 2009 Cumartesi

piç doğardı mağlubiyetler..

Alkışlarım vardı eskiden.. "Harikasın sen"lerim.. Babamın bitanesi ve annemin kızıydım en çok...

Dostlar vardı yanımda merdivenlerden çıkarken..
"İyi bak o yüzlere " demişti biri..
"İyi bak, inerken o yüzlerin kaçını görebileceksin bakalım?"

Merdivenleri iniyorum..
Yüzler yok..Tek başıma..
Alkış yok.. Kimsenin kızı değilim artık.. Kimsenin kankası yada dostu da.. Kimsenin sevgilisi bile değilim..

Cezalıyım ben.. Tek ayak üstünde köşede bekliyorum.. Oyuna almıyorlar beni.. Zaten ben bu yeni moda oyunları da pek beceremiyorum..


Meryem oluyorum, mağlubiyetlerime...
Babasız, yenilgiler doğuruyorum..
Kimsenin suçu yok bu işte..
Kimse payına düşeni almasın varsın...

Piç doğan mağlubiyetlerimi bağrıma basıyorum..

korktun mu?

Bir şimşek çaktı..
"Korktun mu" diye sordu adam..
"Yoo" dedi kadın..

Yürüdüler.. Yan yana.. Abanmadan birbirine.. Yürüdüler..
"Hesapsız geliyor" diye düşündü adam..
Baktı.. Gülümsedi kadın..

"Çok mu kolay bir kadın" diye geçirdi bir an içinden..
Baktı ve gülümsedi kadın tekrar..

"Değil, öyle birşey değil ama, ne?" diye mırıldandı..
Kadın bir kez daha sokuldu çocuk gülüşüyle adama..
Ve soydu adamı çırılçıplak..

"Büyücü müsün sen?
" dedi adam..
Kadın sustu.. Sadece baktı..

Adam, o güne kadar kendine giydirilen bütün "güçlü adam"lıklarından soyundu..

Bir şimşek çaktı..
"Korktun mu?" diye sordu kadın..
"Çok" dedi adam..

ama..

"Ama" diye devam eden cümleler bilirim en çok..
Harikasın sen.. Muhteşemsin.. Hep hayal ettiğim kadın... AMA...
Ne tuhaf işin içine AMA girince cümlenin başının ne anlamı kalıyor ki..
Küçük bir AMA .. Topu topu üç küçük harf işte.. Öncesinde yazanı bir anda HİÇ kılan koca bir kelime aslında..
AMA..
Ama ile devam edecek cümleler kurmadım kimseye..
AMA diyeceksem o cümleye hiç başlamadım ben...

Sorun bende mi yoksa?
Yok canım..
Ben harikayım AMA...

Lanet olası bir AMA'm var işte..

3 Nisan 2009 Cuma

yağmur..

Şehre yağmur yağmış dün gece..

Bir kadın çok ağlamış..

Kadının rüyası yollar kadar ıslakmış..

Ve yollar kadar ıssızmış kadın..

Buğulu camlara parmaklarıyla isim yazmak için belki de çok geçmiş vakit…

2 Nisan 2009 Perşembe

kapıda..

Arkasında ne olduğunu bilmediğim bir kapının eşiğindeyim..
Dizlerim titriyor biraz.. Belki biraz soluklanırsam..
İyi olacak... Evet, iyi olacak.. İyi olmalı..
-İnsanın dağılmak gibi lüksü olmaması ne kötü..-

İlk defa yazıyormuş kadar ürkeğim, ne garip..
Kelimeleri ürkütmekten korkuyorum..
Onlara hakkını veremekten..
Beni mahçup etme...